-->

29 Ağustos 2015

Zengin Avcısı Leş İbne (Sezon Finali. Hemen oku, hd oku, tıkla oku)

..ama bir şey beni durdurdu ve kendime getirdi. Evet şimdi güçlü olabilirdim, uzun zamandır da iyi olmak için birilerine, bir şeylere ihtiyaç duymadan kendi kendimi gaza getirerek yaşayabiliyordum, özgüvenim bomba gibi de olabilirdi, ama tüm bunların sonrasında ben beş parasız bir mother fakirdim. Hem istediğim kadar iyi olayım, para şu günlerde hep 10-0 önümdeydi. O yüzden az önce çıkardığım kılıcı, yine sessizce götüme sokmanın sırasıydı..
Ertesi gün whatsapp’den yazışırken "akşam buluşalım" diye sözleştik ve bi yerde yemek yemek için bi mekânda buluştuk. 
Bir birimizi sormalarımız bittiğinde, önümüze konulan yemeklerimizi sanki hiç aç değilmişiz gibi çok kibarca yemeğe başladık. Ama aslında o başka yönlere baktığı anlarda ben kocaman lokmaları mideme indirip indirip durdum. Çünkü çok açtım ve minicik lokmalar gözümü doyurmadığı gibi midemi de doyuramıyorlardı.

Sonra yemek bittiğinde sanki önemsiz bir konudan bahsediyor muşum gibi “tamam, 1 hafta beraber yaşayalım” deyip güldüm, o da bana bakıp “ciddi misin?” adlı tebessümlü sorusuyla “evet, hem birbirimizin sivri taraflarını görmüş oluruz.” dedim ve o “tamam, bu geceden bana gelsene" dedi ve ben şaşkın şaşkın yüzüne bakarken, o "benimle yatmak zorunda değilsin. teras katı zaten hep misafirlerim için kullanıyorum” dedi ve ben “oluur” derken bi havalandımki anlatamam. 
Yemekten sonra gelen kahvelerimizi içtikten sonra zaten saat geç olmuştu ve kalkıp ona gittik.. 
Diğer gelişimizde erken geldiğimiz için evde hizmetçi olduğundan, eve çok dikkat etmemiştim, şimdi böyle kimse olmayınca lazer gözlerimle her yeri didik didik ediyordum. O ise duş alacağını söylemiş ve kendi yatak odasındaki duşa girmişti. Ben de üzerimdekileri çıkarıp, kalan boxer ile öyle cıbıl cıbıl içerleri bir müzeyi ziyaret ediyormuşum gibi sakince geziyordum; aile fotoğrafları, çocukluk, gençlik fotoğrafları, fil dişinden bilmem neler, te kimbilir nerelerden gönderilmiş farklı hediyeler(belki de adam gidip kendi kendine tahtakale’den almıştır adlı araya giren başka düşünce), şömine başına yerleştirilmiş çok güzel süs eşyaları, duvardaki yağlı boya tabloları, falan derken yoruldum ve artık incelememeye karar verdim. Tamam işte hepsi pahalıydı ve ben, evin içindeki bu incik boncukları bile anca 300 yıl hiç yemeden içmeden full mesai yapıp çalışarak alabilirdim.
Adamın zenginliğine inanmıştım, ama geçen günkü Suriyeli Dilenci Kız mevzusundan dolayı insanlığının biraz eksik olduğunu düşünüyordum. 
Üstelik bu konu hep kafama takılıyordu ve kendi kendime çoooooook uzaklara dalıp gidiyordum. 
Hatta ertesi gün hizmetçi kahvaltıyı servis edip kenara çekilirken, ben de "adamın insanlığında bir eksiklik var" hissine tekrar teslim olduğum için, bir adet siyah zeytini, Maradona adını verdiğim çatalımla tabakta yuvarlayıp duruyordum.

Artık beni görsün de sorsun diye sabırsızlıktan infilak edecek gibiyken o “ne düşünüyorsun” diye sordu ve ben derin bir nefes alıp “ya geçen suriyeli dilenciye davranışın çok kötüydü ve o sürekli aklıma geliyor” dedim. Bunun üzerine o “ya görüyorsun aslında çok sert biri değilim, ama nedense o gibi anlarda bir anda istemsizce öyle ani tepki veriyorum” diye cevap verdi. “anladım” diye cevapladım ve sustum.

Kahvaltıdan sonra evden çıktık, bir yerlere gidip, gezdik, tozduk. Acıkınca pahalı yerlere girip yemek yedik, yediklerimiz bizi sıkıştırınca o pahalı yemekleri de bok olarak sıçtık. 
Akşam eve döndük, aynı yatakta uyuduk. Kendimi ona borçlu hissettiğim için gece uyandığımızda yiyiştik, borcumu ödemek için prezervatif takıp onu siktim. 
Sabah kalkıp yine kahvaltı yaptık, yine dışarı çıktık, yine gezdik, tozduk, yedik içtik sıçtık. Sonraki gün de çok farklı olmadı, hep aynı sıçma mevzusu ve ben tuvalete girdiğimde dünyaya neden geldiğimi düşünmeye başlayanlardanım. Hayır yani onca zamanım ve mekân dururken neden tuvalete bokumu yaparken varlığımı sorguluyorum anlamadım ki. Hayır yani; sıç ve çık. Bu kadar basit.

Neyse işte, gez, toz, ye, iç, sıç hiç değişmedi ve bu sıkıcı tekrar canımı sıktı. Üstelik kendimi de sürekli borçlu hissediyordum. Beni öptüğünde onu öpmezsem ayıp olacakmış gibi hissediyordum. Hatta "üüfff yeter çok yılışma" dememek için kendimi zor tutuyordum.

Gece eve döndüğümüzde sanki gündüz beni gezdirip, yedirip içirdiği için onu sikmek zorundaymışım gibi hissettim ve o bir iki defa beni öpünce de aramızdaki öpüşler uzadı, sonrasında da yine sikimi götüne soktum. 
O önümde köpek pozisyonundaydı ve ben de içinde gidip geliyordum. Ama sonra bir an kendimden utandım. 
Yani evet istediğim hayat bu evin içindeydi, dışardaki hiçbir şeye koşturmak zorunda değildim. Kira derdim, faturalar vs sorunum yoktu,  her yere jeep'le gidip geliyordum, ne istesem anında oluyordu. Bir kaç gün içinde bile hayatım böyle değişmişken sonrasını aklım almıyordu bile. 
Gerçi sonrası ne olacakki, sonrası da hep böyle olacak işte. Sorunsuz bir şekilde yaşayacaktım ve en basitinden fatura ödeme derdim bile olmadan hayat akıp gidecekti.

Bu düşünceler arasından sıyrıldığım anda, o hâlâ köpek pozisyonunda hırlıyordu ve ben onun içindeyken boşaldım, ama hissetmedi. O'na boşaldığımı belli etmek için "ahhhhhğğğğğ" diye bir ses çıkarıp onun boşalmasını hızlandırdım. Boşaldığında bedenlerimiz ayrıldı ve yan yana uzandık.
Uzandığımda kirlenmişim gibi hissettim. Sanki üzerime zift dökülmüş gibi ağır bir kirlenmişlik hissiydi bu..

Kirlenmişlik düşünceleri arasında uyuya kaldım ve öğleye doğru onun beni öperek uyandırmasıyla uyandım. Öpmeleri yanağımdan aşağılara doğru kayarken sıkıldım. 
Anlaşılan yine seks istiyordu ve bu durum canımı iyice sıkmıştı.

İstemsizce soğuk bir ses tonuyla bi anda “ya daha tam uyanmadım. hiçbir şey de yapmak istemiyorum” dedim ve o da anında durdu. "Bir şey mi oldu" dedi "yoooo sadece bir şey yapmak istemiyorum" dedim ve kenardaki çarşafı üzerime çekip ona sarıldım. O da "tamam" deyip sarıldı.

Biraz daha bu halde kaldıktan sonra kalkıp duşa girdik ve 
sonrada kahvaltılık bir şeyler atıştırdık. Şimdi günümüz, önceki gün gibi aynı şekilde geçecekti. O işe gidip bir kaç saat sonra gelecek, sonra biz her günkü gibi dışarı çıkıp gezecek yiyip içip sıçacaktık.

Öyle oldu. O işe gitti geldi, biz dışarı çıktık yedik içtik sıçtık ve ben sıkıldım bundan. Sıkıldığım için olsa gerek eve dönerken araba da “ya iyi bir insansın, seni sevdim ama galiba benim için sadece iyi biri olarak kalmanı istiyorum. Sana karşı, bunlar dışında bir şey hissedemiyorum” dedim ve bir rahatladım bi rahatladım ki anlatamam.

O ise bunun üzerine “sorun değil, biraz daha zaman tanı. Biliyorsun güzel şeyler hemen olmuyor” ile başlayan cümleler kurdu. Uzun uzun konuştu. İlişkilerden ve ilerlemelerden bahsetti. Bir çok örnek verdi ve her defasında yüzüme bakıp, cümlelerini tebessümüyle taçlandırdı.
O bu süslü cümleleri kurarken, ben dışarı dalıp gittim. Sanırım onu hiç dinlemedim. Sadece dinliyormuşum gibi arada dönüp ona baktım ve onu dinlediğimi düşünsün diye başımı sallabaş gibi sallayıp durdum. 

Sonra yol bitti ve evinin önüne geldiğimizde soğuk, madeni, net bir ses tonuyla “ben evime gitmek istiyorum” dedim ve o dondu kaldı. Yüzü fena halde asıldı, karşılık vermedi ve arabayı tekrar çalıştırdı, gerisin geri dönüp beni evimin önüne kadar getirdi.

Arabadan inmeden önce “her şey için teşekkür ederim. Sonra konuşuruz” dedim ve bir şey söylemesine izin vermeden indim.

Ben apartmana doğru yürüyüp içeri girerken, o da bu sırada geri manevra yapıp gitti.
Evin merdivenlerini yavaş yavaş çıkarken düşündüm de; sanırım sırf parası için biriyle yaşayabilecek, tiplerden değilim. hele içinde merhamet olmayan biriyle, yakınlaşmakta sorun yaşıyordum.
hem, çok para sadece istediğini almanı sağlıyor, ama istediğin şey dokunulamayan bir şey olunca onu almanın hiçbir yolu yok.

tüm bunlar bir yana, oysa ben kendimi sırf para avcısı leş biri sanıyordum. ee hani işte paralı pullu bir adam buldum, daha ne istiyordum ki. yoksa aslında bunların hiçbir önemi yok. ben ne istediğimi bilmiyor muyum?
hayır yani ne istediğimi bilmesem bile, bence parayı seven biri olduğum için bu adama hayatımın sonuna kadar tahammül edip, günde bir posta karşılığında güzel güzel yaşayabilirdim. ama yapamadım, sanırım bundan sonra da yapamam.
demekki ben "zengin avcısı leş bir ibne" değildim, ben sadece "leş bir ibne'ydim o kadar. bunu da böylece öğrenmiş oldum.

Merdivenler biterken anahtarı çıkarıp yavaşça kapıyı açtım ve evime girdiğim anda rahatladım. sanki yıllardır hapisteymişim de özgürlüğüme kavuşmuşum gibi hissediyordum. Allahım evim ne kadar da güzelmiş, ne kadar da seviyormuşum ben burayı böyle.

Oysa daha bir kaç gün önce evden çıkarken, bu sikindirik evden, varoşun dibinin dibi olan bu mahalleden kurtulacağımı düşünüp mutlu oluyordum. Şimdi ise, adamın köpek kulübesinden bir kaç kat büyük olan evime döndüğüm için şükr ediyordum. her şeye dönüp ikinci defa bakıyordum, adeta tüm bu sikindirik ıvır zıvır şeyler gözüme kutsalmış gibi geliyordu. Oysa bildiğin göt kadar ev ve ikinci el alınmış eşyalardan ibaretti her şey.

ama yok, ev gözüme önceki halinden o kadar farklı bir güzellikte görünüyorduki; sanki cennete girmişim gibi hissediyordum. evin içi bile şu an çok farklı kokuyordu, havası bile farklıydı. sanki balta girmemiş ormanlardan evimin içine temiz hava pompalanıyormuş da, pompalanan temiz havayı kaçırmak istemiyormuşum gibi derin derin nefes alarak evin içini turlayıp durdum ve günler sonra nihayet yatağıma uzandım, gece lambasının ışığını açtım, içerisi biraz aydınlandı ve açık pencereden dışarı baktım. Dışarısı çok karanlıktı, iyiki de yolumu kaybetmemişim.

26 Ağustos 2015

büyüdükçe siktir çekememeyi öğreniyorsun

Şurdan devam edip geldim: http://hayaterkegi.blogspot.com.tr/2015/08/yasl-ibne-ve-suriyeli-kz-cocugu.html


..benim, şimdi o çocuğun durumunu açıklamaya kalkışma çabam, o çocuğun yaşamını bu yaşlı ibne'nin gözünde daha da basitleştirecekti. Hatta sadece bana dudak kıvırmasına neden olacaktı.
Çünkü o, dilencileri benden daha iyi tanıyordu. 
Zaten zenginlerin hepsi fakirleri tanırdı ve çok iyi görmezlerdi. O kadar iyi görmezlerdi ki, orada öylece durmalarına rağmen fakirliği gösteremezdiniz onlara. Bunu daha önce bir defa başkasında denemiştim, gösterememiştim ve sadece kendi çaresizliğime üzülmüştüm. Fakirliğin orada öylece apaçık durmasına rağmen, gösterememek veya görünene inandıramamak içimi yakmıştı.
Şimdi tekrar kendi çaresizliğime takılmadan önce hızlıca bu anıyı unutmalı, Suriyeli dilenci kızı es geçmeli ve sanki dünyada zengin olamamış bir tek ben kalmışım gibi davranarak yaşamaya devam etmeliydim. Köşeyi, yaşlı bi ibneyi sikerek dönmeme az kalmıştı.
Öyle yaptım ve suriyeli dilenciyi unuttum, giyinip evden çıkarken de, zengin koca adayımı arayıp nerede kahve içeceğimizi konuştuk ve oraya doğru gittim. bir kaç saat sonra 6-7 yudumluk kahveye 13 tl verip ahahahahahaha nidaları eşliğinde kahveleri kafamıza dikerken, benden daha mutlusu yoktu ve olmayacaktı da.

Yaşlı ibne içime düşmüştü ve bu durum o kadar hoşuma gidiyorduki, şimdi kalkıp herkesin içinde beni sikse sesimi çıkarmayacaktım. Çıkacak olsa bile bir tek şu olurdu: ah oh, ah oh, daha hızlı, daha hızlı ahh.

Kahvelerimiz bitti, muhabbetimizi bölmeden oradan kalkıp başka bir mekâna geçtik. Akşama kadar bir kaç yer daha  gezdikten sonra havalı mekânlardan birinde durup bi anda “benimle yaşa ya, çok istiyorum. seni o kadar mutlu ederimki. inanki şu an olduğundan daha mutlu olursun. elimden geleni de yaparım” dedi ve benim gözler fal taşı gibi açıldı.

Oysa ben bir teklifi bu kadar sık duyduğum için sevinçten şaşırmışken, o sanki bunu garipsemişim gibi baktığımı düşündüğünden olsa gerek, cevap vermemi beklemeden “daha bir kaç gündür birbirimizi tanıyor olmamızdan dolayı, aniden ve düşüncesizce söylediğimi sanıyorsun ama inan öyle değil. seni gördüğüm anda içimde bir sıcaklık duydum, sanki diğer yarımı bulmuşum gibi. hele seninle muhabbet etmeye başladığımızda ve böyle rahat oluşun, hiç kasmayışın o kadar hoş ve bana tarifsiz bir mutluluk veriyorki; bunu sana anlatamam. 
üstelik bunca pisliğin içinde bu kadar temiz kalman da çok garip. nasıl böyle saf bakabiliyor ve durabiliyorsun insan şaşırıyor. sana bakarken böyle seni alıp içime sokasım geliyor. bu pislikle kaplı ibne alemi için fazlasın. bunlara, buralara  göre değilsin…” dedi de dedi. 

bitmeyen konuşmayı hiç bölmedim. Sadece arada utancımdan “ehiehi sağ ol, teşekkür ederim sen de öylesin, hakkımda böyle düşünmene sevindim” falanlı filanlı bir sürü süslü cümlelerle karşılık verdim. çünkü aslında hakkımda ne düşündüğü sikimde değildi ve ben kendimin ne bok olduğunu, ondan daha iyi biliyordum. ama onun iltifatları bitmiyordu. Artık yanaklarımın kızarmaktan piştiklerini düşündüğüm bir anda sustu.
Şimdi sıra bendeydi, uzun süre sessiz kaldım ama o inatla benden cevap beklediğini hareketleriyle belli ediyordu, en sonunda dayanamadım ve;
 "ne diyeceğimi bilmiyorum ki. düşüncelerin çok güzel. hakkımda böyle düşünmen, bunları dile getirmen benim için çok değerli. ama yine de sana şimdi net cevap veremiyorum. lütfen yanlış anlama olumsuz anlamda demiyorum bunu, sadece belki biraz düşünmem lazım, biraz kendimce ölçüp tartmam lazım. yoksa iyiliğinden ve samimiyetinden inan şüphem yok. hem açıkçası daha önce de birileriyle beraber yaşadığımı sana anlattım. sen de biliyorsun ki beraber yaşamak çok zorlu bir süreç ve insan birbirini tanımadan beraber yaşamamalı. yoksa arada var olacak dostluğu da öldürme olasılığı ortaya çıkabiliyor.
seninle çok iyi iki dost olabilecekken, sırf beraber yaşamaya çalışmamız sonrasında bunu da kaybetmek istemem. her şeyden önce dediğim gibi; iyi bir adamsın ve insan bazen hayatında, iyi bir sevgiliden çok dosta ihtiyaç duyuyor…”
bu veya buna benzer konuşmamı, gereksiz onlarca cümle ile uzattım da uzattım. oysa kısaca “hayır” diyecektim. ama işte insanlar birbirine kısaca hayır demek yerine, uzattıkça uzatmayı öğrenmişlerdi ve böylece beynimizin sikilmeyen kıvrımlarını da biz düşünerek sikiyorduk. 


zaten bu sikindirik dünyada her şeyi bir adaba uydurduk ve herkes o adaba göre yaşamamızı bekliyordu. bende o adaba göre davranmaya karar verdim ve bu yüzden direkt olarak hayır demek yerine, adaben hayır demenin kabul edilmiş kuralı olarak şöyle yapacaktım; önce Yaşlı İbne'yi “övüp, övüp, övüp, övüp, övüp, en sonunda da dolaylı yoldan hayır” diyecektim. 
Gerçekten de öyle yaptım ve şimdi o benden cevap almışken de yine sıra ondaydı ve tahminime göre bu seferde teklifi düşürmesi gerekiyordu. 
Gerçekten de öyle yaptı ve “dilersen 1 hafta beraber yaşayalım, bakalım neler oluyor” dedi ve ben yine “bunu düşüneyim mi” ile hevesini kursağında bıraktım ve üstelik açıkçası bu kadar fazla üstelemesinden dolayı sıkılmıştım da. 

Sanki illa beni bir yere kapatmak istemesi hissine tutulmuştum ve benimki gibi özgür ruhlu biri bir yere kapatılmayı hissettiği anda kanatlarını açıp kendini uçurumdan aşağı bırakarak derinlere doğru süzülüp giderdi. 
benim “düşüneyim mi” cevabımın üstüne, zengin piç demez mi “çok zor birisin, seni elde etmek de, el de tutmak da çok zor.”
bir şey demedim, öyle tebessüm edip durdum. o da bunun üzerine ikimizin duyacağı yükseklikte bir kaltak gülüşü patlattı ve ben de “ahahahaha” diye gülerek geçiştirdim.

Zaten işime gelmeyen her şeye gülmeyi öğrenmem iyi oldu. Böylece cevap vermek istemediğim ve önemsemediğim veya olumsuz olan her şeyde küçük bir kahkaha patlatıyorum, olay da kendiliğinden çözülüyor. Böylece ortaya da ne boşuna bir gerginlik çıkıyor, ne de boş yere başımı ağrıtıyorum. Ohh patlat şen bir kahkahahahahahaha
Neyse işte bu muhabbetimizin ardından onun evin oralara yakındık diye, sessizce teras kata çıkıp ordaki yatakta azcık seviştik ettik ve sabah onun bir iş nedeniyle erken kalkması ve benim de “evde işim var” bahanemle gece ben kalkıp evime gelip uyudum ve sabah uyandığımda da yine onunla yazışmaya başlayıp akşamı ettik. 
Çok şükür ki o gün onun iş yoğunluğu olduğundan dolayı buluşmadık ve buluşmadığımız için olsa gerek içimden adama karşı “sadece parası değil, kendisi de iyi” düşünceleri büyümeye başladı. Hele sürekli beni sorması, araması, ilgilenmesi. Cidden hepsi kendimi o kadar iyi hissettiriyorduki anlatamamam. Ama sonra düşündüm de “ben birilerinin beni arayıp sorması, ilgilenmesi ile iyi olacak kadar güçsüz müyüm?” böyle düşündüğüm anda bi özgüven geldi, içim bir değişik oldu, şimdi ayağa kalkıp kılıcımı götümden çıkarıp “güüüüüüüüüüç bendeeeeee aaaaaaarrrrttttııııııııııık” demenin sırasıydı. 

Devamı için hemen tıkla: http://hayaterkegi.blogspot.com.tr/2015/08/zengin-avcs-les-ibne-sezon-finali-hemen.html

24 Ağustos 2015

Yaşlı İbne ve Suriyeli Kız Çocuğu

Bu post şu posttan devam ediyor: http://hayaterkegi.blogspot.com.tr/2015/08/ibne-sairin-evinden-yasl-ibnenin.html


telefonu kapattıktan sonra kanapenin üzerinde duran tişörtü üstüme geçirip kotlarımdan birini de giyip hoppadana evden çıkıp sözleştiğimiz yere gittim. orta karar bir gay bardı ve saat gece’nin 1’i olmuştu bile.
barda öylesine gezinip dururken, onun benimle zaman geçirmekten çok yine konuşmak istediğini farkettim ve durup “ne oldu” dedim ve dememle onun ağzını açıp hiç kapatmamacasına konuşmaya başlaması bir oldu.
artık hayatında biri olsun istiyormuş ve bunca mala mülke rağmen mutsuz olmanın ne demek olduğunu bir tek kendisi bilirmiş. gece eve döndüğünde sarıldığı yastıklardan sıkıldığını ve artık bana sarılmak istediğini söyledi. bazen tırt bir konu hakkında, fikir almak için yakınlık hissettiği kimsenin çevresinde olmamasından dert yandı, tam o sırada da gözleri doldu ve sustu.

O böyle söylenince durdum ona baktım ve küçük bir çocuk muşum gibi  sağ yanağına uzanıp dudaklarımı yavaşça bastırarak, tüm içtenliğimle masumane bir şekilde öptüm. dudaklarım onun yaşlı ve kırışıklıkları dere yatağına dönüşmüş olan yanaklarından ayrılırken, aldığı o derin nefesle onu gerçekten iyi hissettirdiğimi kabullendim ve açtım ağzımı; 

“anlattım sana, hayatım çok karışık. ki zaten her şey yolundayken bile sağım solumu karıştırıyorum, ne yapacağımı şaşırıyorum. doğrusunu göylemek gerekirse; senin güzel, sakin bir hayatın varken beni hayatına almak istemen hoşuma gidiyor, ama inan göründüğüm gibi değilim. sana anlattıklarımın, ruhsal boyutundan haberin yok. psikolojim darmadağınık. sanırım şizofreni başlangıcı bile var bende. eğer senin hayatına girersem en fazla 2 hafta sonra kanlı bıçaklı oluruz. ben hiç rahat bir hayat yaşayamadım, senin ise rahat bir hayatın var. rahatsızlığımı sana da bulaştırırsam, üzülürüm.

hani biliyorsun benim kimim kimsen yok zaten, ama sana yazık olur, rezil rüsva olursun alemde. ben senin şu an görmekte olduğun sakin adam değilim. yüzümdeki maskeyi iyi taşıyorum o kadar.
hem gerçek anlamıyla temiz biri de değilim. kim bilir bir kaç yıla kadar ne tür hastalıklar patlayacak bedenimde, ne boklarım ortaya çıkacak. hani herkes yattığı kişi sayısını sayabilir de, bana "kaç kişiyle yattın" dersen, inan cevap bile veremem. zaten doğru cevabı, senin farklı bir şekilde inandığın allahımızdan başkası da bilmiyor.

biliyor musun, bazen günde 4 kişiyle sevişip uyuduğum bile oluyor. hatta sanırım "istanbul’daki gaylerin yarısıyla yattım" demem abartsız bile olur. öyle kara kaşlarım, sakin sakin bakan kara gözlerime aldanma. ben daha ne istediğimi bile anlamamışken, sana istediğin huzuru hiç ama hiç veremem. yani göründüğüm kadar iyi değilim, sadece içimdeki kötülüğü alt ettim o kadar. ama inan bazen ona yeniliyorum. o beni ele geçirdiğinde, ben bile kendimi tanıyamıyorum” gibi bir sürü süslü laf ettim..

ama dinletemedim. illa ki de “olsun dene" dedi durdu. bir şey demedim, öyle konuştuk da konuştuk. bir kaç saat sonra sanki aniden aklına gelmiş gibi alakasız bir konuyu yarım bırakıp "benimle bir hafta geçir sonrasında karar ver” dedi, ben de konuşmakta olduğumuz konuyu bölmek istemiyormuşcasına, hiç istifimi bozmadan konuya devam ederek konuşmaya devam ettim. cevap beklediği her halinden belli yüz ifadesiyle öylece bakakaldı. ama yine de ne diyeceğimi bilmiyordum, çünkü gerçekten de hayalimin bu kadar hızlı gerçekleşmesine şaşırmıştım. aklımı oynatmaya az kalmıştı. 
biraz daha içerde gezinip, castara castara çalan müziğe kulak kabartıp milleti süzdükten sonra çıktık. meydanda bir iki tur attıktan sonra da bir cafe’nin dışarıdaki masalarına oturup bir şeyler sipariş ettik. Ben küçük bir sandviç istemiştim o ise bilmem neli tost, taze sıkılmış portakal suyu ve bilmem yanına ne falan öyle bir şey. 
Siparişler gelinceye kadar da işte sağa sola bakarak konuşmaya devam ettik. Sonra siparişler geldi ve yemeye başlamıştıkki yanımızda biten Suriyeli bir kız çocuğunun, onun tostunu göstererek “abii hele bana da, allah rızası içiiiinn” demesiyle, onun bir anda kıza kükremesi bir oldu.
bu ani tepkisi karşısında donup kaldım. bir iki gündür bana gösterdiği o sınırsız merhamet, o bitmeyen iyilik gösterilerinin karşılığında “kanatları nerde bu adamın” diye kendi kendime söylenip durduğum kişi bu muydu? "hayır yani bu, o adam olamaz" dedim durdum içimden kendi kendime.

dilenci kız çoçuğu zaten yaşlı ibne'nin ani tepkisiyle korkup çoktan ortadan kaybolmuştu, ben de öyle donup kalmışım ve o da hiçbir şey olmamış gibi tostunu yemeye devam ediyordu. 
Sanki gerçekten hiçbir şey olmamış gibiydi. Hatta az önce kükreyen adam o değilmiş gibi sakin ve o her zamanki tatlı ses tonuyla bir şeyler sordu, bende tatlı ses tonumla hiçbir şey olmamış gibi cevap verdim.

Az önceki adam kendisi değilmiş gibi gayet sakin sakin oturmaya devam etti. Sonra sandviçimi alıp ısırdım ve boğazımdan aşağı rahatlıkla geçsin diye, yanımdan geçmekte olan esmer, iri kıyım yakışıklı garsondan kola istedim. Garson az sonra kola’mı getirdi, açıp ilk yudumu aldım ve sonrasında da sandviçimi rahat rahat yiyebildim. 
Aradan bir kaç dakika geçtiğinde, ikimizde siparişlerimizi tıkınıp bitirmiştik ki, hiçbir şey konuşmadan aynı anda “kalkalım mı” deyiverdik ve yalandan ihihihihi yapıp kalktık. Sandiviç’in ücretine sipariş verirken bakmış olduğum için ücretini çıkarıp gelen hesap dosyasının arasına bıraktım ama Yaşlı İbne bana ters ters baktı ve “seni ben getirdim buraya” diyerek susturdu. Bende aslında zengin koca aramadığımı belli etmek için “olsun ya, lütfen beraber ödeyelim. yoksa içim rahat etmeyecek” dedim ama “olur mu öyle şey canım, sorun etme bunları lütfen” dedi ve benim organlar yine zılgıtlar eşliğinde halaya tutuştular. Bu sefer mendili dalağım sallıyordu.
Ama adamın az önceki kız çocuğuna bağrışı aklıma gelince, içimdeki halay aniden dağıldı, beyaz mendil yere düşüp kirlendi. 

Cafe’den çıkıp öyle gezine gezine biraz daha turladık ve sonra ayrılıp evlerimize gittik. 

Sabah onun aramasıyla uyandım ve “yeni uyandım, eğer uyandırmasaydın sanırım akşama kadar uyurdum” dedim, buna karşılık “hadi kalk kalk, kahve içelim bir yerlerde” dedi ve “tamam biraz kendime gelip giyineyim, çıkarken seni arıycam” deyip telefonu kapattığım gibi pencereyi açıp pis şehir havasını içime çekip, mutfak tezgâhının üzerinde duran bardaklardan en temizini alıp kendime bir bardak su doldurup içtim. allahım su içmek negzel bir şeymiş.
Su içerken, yaşlı İbne'nin dün geceki suriyeli çocuğa olan ani tepkisi aklıma geldi ve elimdeki boş su bardağıyla öyle dalıp kalakaldım. İçim burkuldu, su bardağını mutfak tezgahına bırakıp yere oturdum ve aklıma çocukluğum geldi;
fakir bir aile olduğumuz için, çocukken ablamlar 5 lt’lik pet yağ bidonlarına su doldurup yarısı donuncaya kadar buzdolabına koyar, sonra ben onlardan birini alıp su bardağıyla beraber devlet hastanesi'nin çevresinde soğuk su satmaya giderdim. O zamanlar yıl henüz 1991 olduğu ve doğu henüz, cumhuriyet’in ilanından bu yana devam etmekte olan derin devletin vahşi batı çalışmalarından kurtulamadığı için, bütün hizmetler yarım yamalaktı ve bu yarım yamalaklık içerisinde bazen çevredeki musluklardan içecek su bulmak da sıkıntılı olabiliyordu.

İşte bu yüzden çulsuz ailelerimiz, yürümeyi öğrenen çocuklarına soğuk su sattırarak aile bütçesine küçük bir katkı sağlamamızı istiyorlardı. 


Hem zor bir iş değildi. Su satarken yaptığım tek şey ise hiç konuşmadan elimdeki bardağı karşımdakine doğru uzatmak ve ondan gelecek olan olumlu veya olumsuz cevaba karşılık hareket etmekti. Çok fazla zekâ gerektirmeyen bu iş, benim için hem temiz, hem kolaydı ve bu yüzden sanırım o yaşlarda olmama rağmen anlamadan da olsa, galiba severek yapıyordum. 

Üstelik ailem kazandığım parayla bana bayramda yeni giysi ve ayakkabılar alınacağını söylüyordu ve bende yeni ayakkabı, giysi lafını duyduğum anda dünyayı durduyordum.

ailemin fakirliğinden dolayı, işte böyle bir çalışan çocukluk geçirdiğim için olsa gerek dün geceki suriyeli dilenci kızı anlamıştım, ama onu anlamayan ve anlama çabasını da çoktan terketmiş veya belki de aslında hiç böyle bir çaba göstermemiş bir adama hiçbir şey diyememiştim. 
Hem yaşını başını almış bir adama ne diyebilirdim ki, ona insanlığı mı anlatacaktım, fakirliği mi? Oysa hepsini o benden daha iyi biliyordu. Üstelik öyle güzel laflarla, öyle güzel tanımlamalarla biliyorduki hepsi de Pulitzer Ödülü almış yazarların altın harfleriyle yazılmışlardı sağa sola, hepsi Nobel Ödüllü cümlelerdi.

devamı: http://hayaterkegi.blogspot.com.tr/2015/08/buyudukce-siktir-cekememeyi-ogreniyorsun.html

22 Ağustos 2015

İbne Şair'in evinden Yaşlı İbne'nin sahnesine


...daha önceki konuşmalarımızdan birinde istanbul’a yeni geldiği için kuzeninde kaldığını söylemişti ve kuzeniyle de sürekli sorun yaşadığını söyleyip rahat edemediğinden yakınıyordu. ben de bana taşınması teklifinde bulununca küçük bir sırt çantasıyla valizini alıp geldi.
henüz yeni istanbul’a geldiği için pek bir şeyi de yoktu, bir kaç tişört ve pantolonları, bir de yedekte duran bir çift kundura.
kundurası günlük giyime uyacak halde değil de, daha çok sanki doğu’daki aşiret düğünlerinden birine giderken giyilecek bir tarzdaydı ve bunlar beni gizli gizli güldürüyordu. ama bu gülmelerim hepsi boşunaydı, çünkü; sonraki günlerde o kunduralarına alıştım, kalın kara kaşlarına, nereli olduğu belli olmayan şivesine, o derin bakan gözlerine, ve yana taramaktan başka seçeneği yokmuş gibi taradığı saçlarına alıştığım gibi. 
üstelik bu alışma öyle bir alışmaktıki, garsonluk yaptığı lokantadan bir saat geç çıktığında deliye dönüyor, bunun üzerine defalarca arıyordum ve o benim tüm panik halime rağmen sakin sakin telefonu açıp “patladın, patladın” diyerek telefonu açıyordu..
sonraki aylarda, onunla beraber yaşamaya alıştıkça bir çok şeyi ona dayattığımı fark ettim, sanki ona herşeyi yeni baştan öğretmeye çalışıyormuşum gibi davrandığımı farkettim, ona sahip çıkıyor muşum gibi hissetmiştim. 

aslında şimdi dönüp bakıyorum da; o günlerde sanki bir insanı değil de, bir sokak köpeğini evime alıp besliyor muşum gibi hissediyordum. Çünkü sadece benim olması hoşuma gidiyordu ve hayatım boyunca ilk defa biri tam anlamıyla benim olmuştu, biri bana “benim olduğunu” hissettiriyordu. bu durumdan hiç rahatsızlık duymadım, daha çok zevkle yaptığım bir iş  gibi geliyordu bana.

birine sahip çıkmak, onu sürekli kollamak, duşa girdiğinde bile ardından duşa girip illa başına şampuan döküp saçlarını yıkamak istiyordum. Hatta sadece duşla da sınırlı değildi, giydiği giysilerden, konuşmasına kadar ona çok fazla müdahale ediyordum ve o tüm bunlara rağmen hiç sesini çıkarmıyor, sadece sabun köpüklerinin ardından gülümsemekle yetiniyordu. 
zaten onun bakımını yapmak, ona sahip çıkmaktan aldığım zevki sanırım bugüne kadar hiçbir şeyden almadım. dediğim gibi sanki evcil bir hayvanı sahiplenmişim gibi hissediyordum.” diye anlatmıştı Şair.
işte şimdi bu yaşlı ibnenin benim “işsiz güçsüz biri olduğumu öğrendiği andaki rahatlamasına” şaşırma nedenim de 3 yıl önceki bu sohbetti. O sohbet şimdi aklıma gelmişti ve yaşlı ibnenin yüzüne yerleşen bu “OHH BEE“ adlı bakışından, yüzüne yerleşen o huzurlu mimiklerinden, aslında bana "evcil bir köpekmişim gibi sahip çıkmak istediği" o kadar belli oluyorduki ve o öyle derin ve babacan bir şekilde gözümün içine bakmaya devam ediyorduki, ben de içimden “işte bu” diye söylenmeden edemiyordum. çünkü aradığım o efsanelerde anlatılan zengin gaylerden biriyleydim ve bu da demekti ki hayatım kurtuldu. 
içimdeki organlar halaya kalkıp ard arda zılgıt çekerken, yüzümdeki ciddiyeti görmeliydiniz. sanki adamın zengin olması hiç umrumda değilmiş gibi davranıyordum ve bunu yapabiliyor olduğum için kendimle gurur duyuyordum..
bir kaç saat sonra, adamın bir yandan beni sohbet adı altında sorguya çektiğini önemsemeden, olayın bana ne kadar samimiyetsiz gelmeye başladığını farkettim. yani güya sohbet ediyorduk ama aslında o beni çok beğendiği için sorguya çekiyordu ve sanırım zengin avcısı olup olmadığımdan emin olmak istiyordu.
böyle düşünmeye başladığım anda ikimizin de birbirimize karşı ne kadar da güzel rol yaptığımızı ve bunu ne de güzel başardığımızı fark ettim.
tek fark sohbetimiz bittiğinde çevremizdekilerin bizi alkışlamayacak olmasıydı. yoksa bu muhabbetimizin bir tiyatro olduğu o kadar açık seçiktiki, bunun tiyatro olmadığını söylemek, sanırım allah’a kafa tutmak gibi bir şey olurdu. 
her şeyi boşverdim ve rolüme dönüp, yüzümdeki gülümsemenin samimi durması için, sağ elimle bacağımı olabildiğince çimdikleyip canımı acıtmaya başladım ve artık dayanacak halim kalmayınca sıktığım etimi rahat bıraktım. sanırım gözlerim dolmuştu ve şimdi de güneş ışığının gözlerimin içine vurmasını sağlamak için çaktırmadan hafifçe sola doğru kaymalıydım.

o konuşuyordu ve ben hafifçe sola doğru kayarken güneşin başımı önümden kaldırdığım gibi gözümün içine vuracağından emin olunca öyle kaldım. 
şimdi de sıra, onun söyleyeceği iki önemsiz espriye dünyanın en komik esprisi muamelesi yapıp gülerken gözlerinin tam içine bakıp, gözlerimdeki o sihirli ışıltıyı fark etmesini sağlamam gerekecekti. 
çok beklemeden esprisini yaptı ve ben başımı hafifçe kaldırınca güneş yüzüme vurduğu gibi "ihihihihi" diye kıkırdadım. 
kıkırdamamın üzerine o gülüşümün yüzüme tam yayılmasını sağlamak için, farkında olmadan çok komik olduğunu düşündüğü bir espri daha yaptı ve bende onun bu önceki esprinin devamı olan ucuz esprisiyle baş kaldırışımı tamamladığımda, güneş gözlerimin tam içine vurdu. 

gözlerimin içi, bir kaç saniye önce bacağımı çimdiklemiş olduğumdan ıslanmışlardı ve güneş tam da gözlerimin içine vurduğunda, Yaşlı İbne yüzüme bakmayı kesip, dikkatini gözlerimin içine verdi ve ben de sahte içtenliğimi tamamlamak için esprisine gülümsememle karşılık vermek için, dişlerim görünecek şekilde uzun uzun güldüm. 
gülüşüm bitmeye yakın dudaklarımın ikisini birleştirip dişlerimi saklarken yanaklarımı hafifçe şişirip gözlerimi kocaman bir şekilde açarak gözlerinin içine baktım ve o bir anda kendinden geçti. 
tüm bunlar bir kaç saniye içerisinde olup biterken, ben de savaşı kazanmış komutan gibi "işte bu kadar, adam aşık oldu" diyordum kendi kendime. 
hem zaten ibne yaşlıydı ve benim gibi bir piç’e aşık olması için yapmam gereken tek şey buydu. şimdi sıra ondaydı, kendini sevdirmeye başlayacaktı..
bunları hep biliyordum ve daha önceki denemelerimde de hiç yanılmamıştım. çok iyi rol yapıyordum ve bu rolleri yaparken hiç sıkılmıyordum. aksine eğleniyordum ve eğlenmiştim de. eğlenmek benim işimdi ve yaptığım en iyi şey buydu zaten.
ama işin bir diğer tuhaf tarafı şuydu ki; aslında bunlar hep can sıkıcıydı. çünkü bu roller, beni gerçeklikten kopartıyor, canımı da sıkıyordu. ama tüm bunlara rağmen, işte şimdi olduğu gibi eğlenmekten geri kalamıyordum. hem zengin gay hayatı nasıl olur onu da çok merak ediyordum. bu yüzden şimdi oyunbozanlık yapmanın sırası değildi ve bu ikili oyuna devam edecektim.
birbirimizden etkilenmişiz gibi kendimi ona bıraktım, tüm sorularını içtenliğimle cevapladım, aklında bana dair hiçbir soru işareti kalmaması için hayatıma dair sorduğu her soruyu doğru cevaplarla yanıtladım. böylece bir soruyu ikinci defa sorduğunda da, yalan söyleme olasılığımı ortadan kaldırmış oluyordum. 
ama buna rağmen onun da kafasına yatmayan bir çok şey vardı, örneğin eğitimsizdim, kalifiyeli biri değildim ve sıradan bir garsondan bile daha az yetenekliydim. en fazla ofisboyluk yapmıştım, birde işte çaycılık falan filan..
2 saat sonra “artık kalkalım mı derken” cevap vermemi beklemeden de “akşam işin yoksa buluşalım mı” dedi ve ben de ikiletmeden “olur, akşam 9 gibi araşıp netleştirelim” dedim ve ayrıldık.

gün dediğin zaten saatlerden ibaret bir zaman yanılsaması, akşam saat 9 oldu ve aradı, bir yerlere davet etti ve tamam deyip kapattım. 

devamı http://hayaterkegi.blogspot.com.tr/2015/08/yasl-ibne-ve-suriyeli-kz-cocugu.html

20 Ağustos 2015

Şair'in evi

bu post şurdan devam edip geldi: http://hayaterkegi.blogspot.com.tr/2015/08/zengin-avcs-les-ibne.html

..başımla verdiğim selamımın ardından yanıma damladı ve muhabbet etmeye başladık. önemsiz muhabbetimiz esnasında onun “şiir yazıyorum" cümlesinin ve benim hemen sonrasındaki abartılı tepkilerimin ardından bar tanışmamız, onun beni evine davet etmesiyle noktalanırken, 5 dakika sonra bardan çıkıp atladığımız taksiyle çoktan ona doğru da yol almaya başlamıştık.
evine geldiğimizde, sanki ev umrumda değilmiş gibi ayakkabılarımı çıkardığım gibi salona doğru gidip öylece pencereden dışarı baktım. bu esnada o tuvalete girdi ve ben hemen çaktırmadan etrafa göz atmaya, ne var ne yok diye lazer gözlerimle incelemeye başladım. evde de pek bir şey yoktu doğrusu. işte bildiğin klasik fakir beşiktaş’ta oturan bekâr gaylerdendi ve ev hiroşima’ya atılan amerikan bombasının ilk yapımlarından birinin etkisini ölçmek için deneme amaçlı olarak önce bu eve atılmış olduğunun küçük bir hali gibi duruyordu. 
tabii evin dağınıklığının tek açıklaması, adamın pasaklı bir kişiliğe sahip olması olabilirdi. ama bu tanımlama bile hafif kalırdı. Belki de onun, bana göre karmaşık görünen bir düzeni vardı, bilemedim şimdi.
tüm bu dağınık ve pasaklı haline rağmen iyi bir şiir yazarıydı ve aslında evine gelmiş olmamın en büyük etkilerinden biri de buydu. bana şiir yazdığını söylediği anda ağzımı kocaman açmış, gözlerimi pörtleştirmiş ve mutlaka bir kaç şiirini görmek istediğimi söylemiştim. bu fazla ilgili şaşkın halimi sevinçle karşılamış ve bana seve seve şiir okumak istediğini söylemişti.
işte şimdi evindeki en temiz koltuklardan birine gömülmüştük ve o da bana, karizmatik olduğunu düşündüğü ses tonuyla yazdığı şiirlerinden okuyordu. sesi pek kötü sayılmazdı aslında, ama o illaki çok güzel olduğunu düşünerek okumaya kalkışması antipatik geliyordu ve artık o güzel cümleleri bile nerdeyse kötü bulmaya başlayacaktım.
okuduğu şiirlerin hepsinin alt metninde gizli ibnelik vardı ve bu durum içimi baymıştı. şiirlerinde, sanki dünyada gayler dışında başka insanlar yaşamıyormuş gibi davranması biraz huzursuz ediciydi. ama tüm bunlara rağmen bir kaç şiirine hayranlık duymadan edememiştim. 
onun şiir okumasından sonra, ben de bazen küçük küçük hikayeler yazdığımdan bahsettim ve isteğiyle de blogdaki yazılardan şunu ( http://hayaterkegi.blogspot.com.tr/2010/10/insan-hayat-boyunca-topu-topu-kac-defa.html ) okudum. okumam bittiğinde gözleri kocaman kocaman bakıyordu ve fazlasıyla beğendiğini söyleyip durdu. ama “yine de bir şeyler ters” dedi ve bunu da tipimle yazdıklarım arasında bir tezatlık olduğunu da belirterek açıkladı. çünkü kara kaşlarım, kara gözlerim ve anca yüz nakli ile değişebilecek olan ezik doğulu surat ifademle bu yazdıklarım birbirini tutmuyordu ve bu durum ona çok ilginç görünüyordu. “AHAHAHAHAHAHA” diye şuh bir kahkaha patlatarak geçiştirdiğim bu saçma cümlelerini, biraz sonra sorduğum “ilk ne zaman cinsellik yaşadın” sorusuyla rafa kaldırmıştım ama onun bu salak cümlesiyle sanki içimde kocaman bir deprem olmuş, böbreklerim depremin etkisiyle iflas etmiş, zaten kırık dökük olan kalbim ise yerle bir olmuştu..
bu arada sorumu da “10 yaşında falandım, çocukluk arkadaşımla yapmıştık. sonra liseye kadar hep beraber olduk ve lise bitip ikimizde farklı şehirlere gidince aramızdaki şey bitti. şimdi bazen memlekete gittiğimde öyle birbirimizden kaçar gibi selamlaşıyoruz o kadar” diye cevapladı.
kendimi saklamak için sorduğum bu sorunun cevabından sonra muhabbetimiz ilk sekslerimizden daha soft konulara kayarken, artık yaşadığımız aşklardan, nefes nefese peşlerinden koştuğumuz adamlara kaymıştı. 
ama tabii sevdiğimiz adamların hepsini değil de, en son aşık olduklarımızı anlatmaya başladık ve söz sırası ondaydı;
onunla 4 yıl önce harbiye’den taksime doğru tek başıma yürürken karşılaştık. o gün işten atılmış olduğum için canım çok sıkkındı ve etrafa acıklı acıklı bakıyordum. sanırım bu acıklı bakışlarımdan etkilenmiş olmalıydı ki, ilk önce onu farketmemiştim ve o arkamdan bir gürültü yapınca dönüp bakmıştım ve bakışımla ona aşık oluşum bi anda oldu. gözleri o kadar derin bakıyorduki, sakalları o kadar güzel bir renkteydiki ve teni inanılmaz derecede tatlıydı. neye uğradığımı şaşırdım, zaten sokağın ortasında öyle donup kalmışım. o da ben ona dalıp gitmişken yanıma gelip sanki tanışıyormuşuz gibi selam vermişti.
bir şey diyemedim ve öyle baktım. selamı bile havada kaldı.
bana güldüğünü hatırlıyorum. öyle güzel gülüyorduki zaten aşık olmuşken, gülüşünü bahane ederek bir daha aşık olmuşum gibi geldi o an bana.
durup yüzüne baktım ve o da havada duran elini işaret etti, bende şapşallaşmış olarak elini tutum ve tokalaştık.
ne konuşacağımızı bilmeden öylece beraber taksime doğru yürümeye başladık.
sonra arada bir birbirimize bakıp küçük küçük gülmeye başladık. birbirimize bakmalarımız arttıkça gülmelerimiz büyüyüp, yüzümüze yerleşip kaldı. durup birbirimize bakıp bakıp gülüyorduk ve bunu durduramıyorduk.
içim bi hoş olmuştu ve farkında olmadan içimden kendi kendime “iyiki işten atılmışım” dedikten sonra dönüp bir daha ona bakıp gülümsedim.
Taksim’e vardığımızda park’a girip oturaklardan birine oturup konuşmaya başladık. öyle çok konuştukki kalkarken başımın ağrıdığını hatırlıyorum. 
ona “çok konuştuğumuzdan olsa gerek başım ağrımaya başladı” dedim ve ben cümlemi tamamlar tamamlamaz uzun uzun güldü.
gülmesi bittiğinde “hadi kalk bi yerde çay içelim” dedi ve kalkıp Taksim’deki cafelerden birine girip birer çay içtik. ona bakarken o kadar heyecanlanıyordumki sanki kalbim duracakmış gibi hissediyordum. elimde olmadan bakıp bakıp duruyordum ve o da tüm bakmalarımın karşılığında tebessüm ediyordu. biraz daha oturduktan sonra saate baktık ve saatte ilerlemiş olduğu için ona, bana gitmeyi teklif ettiğimde kırmadı ve bana geldik.
eve geldiğimizde ayrı ayrı duşa girip yıkandık, yatağa girip günah işlemeden sarılıp beraber uyuduk. 
sonraki günlerde de hep görüşmeye başladık ve bunun üzerine bi gün benimle yaşaması için teklifte bulunduğumda çok ısrar ettirmeden kabul etti.

devamı:  http://hayaterkegi.blogspot.com.tr/2015/08/ibne-sairin-evinden-yasl-ibnenin.html

18 Ağustos 2015

Zengin avcısı leş ibne

bugüne kadar aslında buraya hiç yazmasamda kendimi zengin avcısı bir a salak olarak tanımlıyordum. özellikle de kendimden bile habersiz bir şekilde bilinçaltımda özene bezene sakladığım o gizli “parası olan bi ibne bulsam da hayatımı kurtarsam” adlı his, çevremdekiler tarafından zengin avcısı bir leş olarak etiketlenmekten de korkarak bugüne kadar öylece içimde bir yerlerde gizlenerek sessiz sedasız yaşadı geldi. 
bunu öylesine yazmış olmak için yazmıyorum, gerçekten de öyleydim ve bundan ara sıra şüphe etsemde kendi kendime hep “sen, zengin avcısı leş birisin” dedim durdum. çünkü ben buydum ve doğrusu insan kendinin ne bok olduğunu herkesten daha iyi bilirdi. 
ama geçenlerde tanıştığım zengin bir adamdan sonra..
neyse dur spoiler’dan önce hikâyenin başına döneyim;
o gün lüks semtlerden birinde oturmuş app’lerden birindeki profillime yazdığım “aşk arıyorum, seks arayan yazmasın” adındaki saçmalıklarımla zengin piçlerden biri yazsın da, hayatımın sonuna kadar, aşk adı altında adamın götünü sikip şu sefil hayattan kurtulmuş olmanın hayallerini kuruyordum.  
zaten bu ara işsiz güçsüz biri de olunca app’lerde finklemekten başka da yapacak bir şeyim olmuyor. 
saatlerce oturmama rağmen, lüks semtlerdeki şatafatlı apartmanların nemli ve havasız bodrum katlarında en az 3 gay ev arkadaşı ve onlarca hamamböceğiyle beraber yaşayan ezik gaylerden başka yazan kimse olmayınca iyice sıkılmaya başlamıştım ve içimden “artık efsanelerdeki yatları katları olan o zengin gaylerle tanışıp bir an önce köşeyi dönmemin zamanı geldi” diye düşünüyordum, ama düşüncelerimi evren dahi tınlayan olmadığı için, o lüks semtlerdeki sikindirik kafelerde 5 tl’den satılan bi bardak çayla akşamı etmek üzereydim.
selamsız sabahsız, daha ilk yazdığı cümle “beni sik” veya “seni sikeyim mi” olan ibnelerden iyice sıkıldığım için, içimden “artık app’leri silmenin zamanı geldi” diyip son defa app’e girmiştim ki biri “merhaba, profil yazın hoşuma gitti.” diye mesaj attı. 
benim sensörler ve daha bilumum şeylerin hepsi açıldı ve dünyanın en gelişmiş bilgisayarından bile daha iyi çalışan beynim hemen işlem yapmaya başladı ve “merhaba ile başlayan biri olgundur, “yazın hoşuma gitti” diyorsa da kimse pas vermediği için muhabbet etmeye aç biridir. dolayısıyla ya çirkindir, ya da çirkin olmadığı için ezik yaşlı bir gaydir” diye düşünmeye başladı. muhteşem ötesi harikulade beynim bunların hepsini bana anında raporlarken ben de m adama “merhaba, samimiyetin için teşekkür ederim”  dedim ve uzun bir sessizlik oldu.

mesajına cevap vermişken, şimdi stratejik ilerlemeli ve sonraki mesaj yine ondan gelinceye kadar beklemeliydim, mesaj geldikten sonra da hemen cevap vermemeli ve bir müddet bekledikten sonra cevap vermeliydim. çünkü böyle stratejik ilerlemezsem, asla yatlı katlı zengin ibne avlayamayacaktım. 
neyse işte, öyle gözüm telefonda bekle bekle derken, galiba adam baktı ben yazmıyorum tekrar o yazdı ve muhabbet etmeye başladık, bir kaç dakika sonrasında da fotoğraflarını görmek istediğimi belirttim o da hemen açtı.

fotoğraflarını açınca bi baktım saçlarının yüzde 92’si beyazlamış yaşlı bi adam, fotoğrafı çekilirken kameraya öyle bir bakmışki adeta taksim meydanında röportaj vermek için can çekişen turist gibi çıkmış, ama diğer fotoğraflarındaki içten gülümsemesi tatlıydı doğrusu ve samimi görünüyordu. üstelik numaralı gözlüğünün çerçevesinden, üzerindeki entel dantel renkli tişörtünden, bir sonraki fotoğraflarındaki gömleklerinden ve ayakkabılarından anlaşıldığı kadarıyla zamanında cukkayı sağlam vurmuş birine benziyordu. sanırım efsanelerde anlatılan zengin gay’ler yalan değil kocaman bir gerçekti ve ben o gerçeği sikerek yaşamaya bir adım kadar uzaktım. 
beynim durumu böyle analiz edip bana rapor verince, ben de hiç uzatmadan aramızdaki mesafeye baktım ve sonrasında da “yakınız, zamanın varsa burdan amele gibi yazışmak yerine, bir yerde oturup muhabbet edelim” dedim. benim böyle dememle onun “olur, net insanları severim. Coffe Nero’nun bahçesindeyim gel istersen.” demesi bir oldu ve ben de ışık hızıyla kalkıp 5 tl’lik çay parasını içim kan ağlayarak ödedikten sonra oturduğu cafe’ye gittim. 
elimdeki telefondan adamın tipine bakarak masalara göz atarken en arkalarda bi yerde ışıl ışıl sahne kostümüyle oturduğunu farketmem bir oldu ve yüzüme anında istemsizce yalaka gülümsemem belirdiği anda da ona doğru yürümeye başladım. yanına vardığımda ağzım kulaklarıma varmış, gözlerim mehdi’sini bekleyen tembel müslüman  gibi kocaman kocaman gülmeye başlamışlardı bile.

benim, suya kavuşmuş çöl bedevisi misali ona doğru yürüyüşümle, onunda yüzüne bir gülümseme belirdi ve masadan kalkıp sıcak bir şekilde kibarca karşısındaki sandalyeyi gösterdi ve tokalaştıktan sonra oturdum.
sanki yer göstermese oturmayacaktım ehehehehe. zenginlerin işte bu sahte nezaketlerini seviyorum. yer gösterdikten sonra, o kocaman büyük bi iyilik yaptım adlı yüz ifadelerine bürünmelerini seviyorum. 
neyse, onu kendi iç dünyasında “büyük iyilik yaptım, dünyada artık aç insan kalmadı” sevincine benzer bir yüz ifadesiyle vicdanını rahatlatmasını anlık olarak izledikten sonra “nasıl gidiyor” dedim ve muhabbet aldı başını gitti.


işte, işinde gücünde bir adammış, bilmem neymiş falan filanmış. biz böyle karşılıklı olarak bedenlerimizi, mütevazilik dağının arkasına saklayarak gizli bir kibirle kendimizi öve öve anlatırken, adamın benim işsiz sapsız biri olduğumu anladığı andaki rahatlamasını fark etmemle bi an şaşırıp kaldım. çünkü adam direkt yaşlı ve zengin gay, ben ise fakir ve genç gay’dim. sanki tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş gibi bir şey olacaktı..
benim “işsiz güçsüz biri olduğumu öğrendiği andaki rahatlamasına” şaşırma nedenim ise adamın benim işsiz olduğumu öğrendiği anda yüzüne yerleşen o “OHH BEE“ adlı gizemli ifadenin, bundan 3 yıl önce biriyle yaptığımız sohbeti aklıma getirmesiydi. O adamla sohbetimiz şöyle başlamıştı:
o zaman 35 yaşınlarındaki adamla zaten ara sıra barlarda karşılaşıyorduk ve onun çirkin koca burnumu görmezlikten gelerek sanki dünya güzeliymişim gibi, onca kişinin içinde peşimde gezinmesine akıl sır erdiremiyordum. hayır güzel biri olsam zaten adamın tatlılığına kanarak ben peşinden koşardım ama işte güzel değildim ve çirkin olduğum için de özgüvensiz ve eziğin tekiydim. hem doğrusu “çirkinliğimle adamı mundar etmeye de hakkım yok” diye düşünüyor ve ondan kaçarak, böylece onu kendimden uzak tutuyordum.
çirkinliğimden kaynaklı özgüvensizliğim ve ezikliğim bana bi yandan, onun bu kadar ilgisini hak edip etmediğimi düşündürtüyordu, bi yandan da çirkinliğime rağmen bu kadar fazla ilgisi de bende geri kaç etkisi yaratıyordu. 
ama sonra bi gün bende kayış koptu ve çirkinliğimden dolayı ondan saklanmamın gereksiz olduğunu düşündürttüğü için, onunla barda saklambaç oynamamaya karar verdim ve karşılaştığımız bir gece yine bana gülümsediğinde, gülümsemesine tebessüm ederek karşılık verirken, bi yandan da başımı hafifçe aşağı yukarı sallayarrak selamladım. 

13 Ağustos 2015

3 yıl sonra gelen..

tatlı tatlı çalan telefonu açtığımda “aramızda şu son yaşanan tüm kötü olayları unutalım, hiç olmasa seninle arkadaş olarak görüşmek istiyorum” dedi ve bir kaç defa ısrar etmesinin ardından da samimi olduğuna inandığım için “tamam” dedim, ertesi gün de buluştuk. 

her ne kadar geçen yıllarda o beni sevmezken ve ben ona ölüp biterken kavga edip beraberliğimize son verdiğimizde, ben ona “ama arkadaş olarak görüşelim” dediğimde, o bana karşılık olarak “arkadaş falan istemiyorum, benim yeterince arkadaşım var” deyip o zamanlar canımı yaksa da, şimdi onu en iyi anlayan ben olduğum için, ikimizin arkadaş olarak buluşmasında bir sakınca göremiyordum. en azından arkadaş adı altında onun beni görmeye hakkı vardı. çünkü artık sikişmesekte, hâlâ değer verdiğimi bilmesini de istiyordum. 

gerçekten de arkadaş olarak buluşmaya hakkımız vardı. hem o bir zamanlar hayvanca davranıp yanlış şeyler söylemiş olabilirdi, ama ben ve o farklı insanlardık ve ben onun bir zamanlar yaptığı gibi acımasız olmamalıydım. Bunları düşünüp ona “tamam, görüşelim” dediğimde, onun beni sevmeye başladığını ve hatta çok seviyor olduğunu da biliyordum. ama yaşına rağmen oturtamadığı kişiliği, ağır basan bencilliği, herkesin dünyaya onu aldatmak için geldiğine olan inancı, iyiyi ve güzeli zamanında yaşamasına engel oluyordu. bencil dünyasından dolayı güzellikleri geç yaşıyor olabilirdi, ama bu benim de ona bencilce davranmamı gerektirmezdi.

oysa aslında o da biliyordu; bencilliğini atsa rahatlayacaktı. sonuçta şu kısa ömürde çok da kendini kasmaya gerek yoktu. güzelliği beraber yaşamak varken, o, kendisini teslim alan içindeki kötülüğü alt edip güzelliği yaşayamıyordu. bunu görmek, buna şahit olmak üzücüydü. ama onun alt etmesi gereken duygularına ve yaşamına bir kaç uyarım dışında müdahale etmeye hakkım olmadığını da bilecek bilinçdeydim. 
bunun fazlasını yapmaya kalkışmak baskı olurduki, bu insan olmanın altına inmek demek olurdu. zaten bende henüz daha yeni yeni “gerçek insanlık” denilen yola girmişken, bu güzel yoldan çıkmaya hiç niyetli değildim. 

hem, bazı insanların kendilerini ve hayatlarında olup bitenleri göremiyor olmaları da onların hayatlarını yaşayış seçimleriyle alakalıydı. kendim için konuşmak gerekirse; bir şeyleri görmek demek, ona müdahale hakkı vermiyordu bana, sadece onu kabullenmem ve gelip kendilerinin benden yardım istemelerine kadar beklemem gerekiyordu o kadar. şimdi o, işte bu durumdaydı, yardım istemiyordu ama kendisini görmeye başladığı apaçık ortadaydı ve ses tonundan, kendisine ne kadar acıdığı da fazlasıyla belliydi.

daha önce ikimiz de kendimizce haklıyken, ben sanırım onun olumlu yönde değişeceğine olan inancımdan dolayı kaç yıldır değişmesini bekliyordum ve son yaptığı o bencillik, kötülük dolu hareketleriyle, onun için değersizliğimi yine yüzüme vurmuştu ve artık umudumu kesmek zorunda kalmıştım. 

onun o kötülükle sarmalanmış halini kabullenmek zorunda kaldığımda üzülmüştüm tabii, hem de çok üzülmüştüm. çünkü bir şeyi zorunlulukla yapmak bana çok zor geliyordu ve bu sefer yapmak zorunda kaldığım şey, ondan “umudumu kesmek” olunca daha bir zor olmuştu. 

çünkü hayatım boyunca her halükârda umudunu kaybetmeyen biri olarak, umudumu kaybettiğim bir kaç olay dışında hiçbir şeyim olmadı ve umudumu kaybedince, karşımdakileri hayatımdan silmek zorunda kalıyordum. işte o da onlardan biri olmuştu ve onu da hayatımdan silip bir daha geri alamayacaktım.

ama tüm olup biten olumsuzluklara rağmen işte yine iletişime geçmişti ve “aramızda şu son yaşanan tüm kötü olayları unutalım, hiç olmasa seninle arkadaş olarak görüşmek istiyorum” demişti ve bende kabul etmiştim. sonuçta biriyle bir zamanlar köpek gibi sevişirken, şimdi sanki hiç tanımıyormuş gibi yapmak insan olana yakışmazdı. bu ve bunun gibi onlarca düşünce ile kendimi ikna edip, umudumu kesmiş olmayı da bir kenara attıktan sonra görüşmüştük.

ilk günkü buluşmamızda bir kaç küçük laf sokma ve önemsiz bulduğum tartışma cümleleri eşliğinde iyi geçti. çünkü yarası vardı ve kabuklarıyla çok fazla oynadığı için bazı kabuklar kalkmış yara kanamaya başlamıştı. sızlayan yarası, etrafta gördüğü diğer çiftlerin mutluluklarının tuzuyla daha bi acıyordu. anlıyordum. çünkü her aşık aynı şeyleri yaşıyordu, aynı yerden canı yanıyordu. görmezden gelmeye çalışmak, allah’ın da sevmediği davranışlardan biri olan kibirle kaplıydı ve bende sanırım yine her şeyi bir kenara bırakıp laf sokmalarına aldırmamalıydım. 
öyle de yaptım, aldırmadım.

birinci gün yaşanan küçük tartışmalardaki o sürekli üste çıkma çabası acınılasıydı, ama yarası kanamaya başladığından dolayı, o, ikimize de kötülük yaptığından habersiz olduğu ve ben bunun farkında olduğum için alttan alıp bir şey demedim. ne derse desin “evet, haklısın”larla geçiştirdim.

ikinci gün ses tonundaki o mahcubiyetle “yine buluşalım” dediğinde bu sefer de yine ikiletmeden kabul ettim ve buluştuk. oturduk bir yerlerde ince belli bardaktaki çay eşliğinde uzaklara dalıp bir şeyler konuştuk. konuşmaya fazlasıyla çabaladık. 
o daha fazla çabaladı. çünkü bugün daha farklı davranıyordu ve söylemek istediği bir şey olduğu o kadar belliydi ki; bunu anlamamak için taş olmak gerekirdi. taş değildim ve anladım. hiç zorlamadım, rahatlasın diye saatlerce önemsiz şeylerden konuştuk, konuştuk, konuştuk.

ülkenin gidişatından, çöpçülerin düzgün çalışmadığına, polislerin canları sıkıldığında araçlarında müzik açıp dinlemelerinden, ambulans şöförlerinin ambulansta hasta yokken bile siren açıp trafikte ilerledikleri sırada arkalarına takılan cingözlere, patronların maaş verirken takındıkları o sanki “hak etmiyorsunuz, ama ben yine de veriyorum” havalarına, bilgisayar dünyasının hızlı gelişiminden, cep telefonlarının uzuvlarımız haline gelmesine kadar onlarca konu hakkında konuş da konuştuk. 


ama buna rağmen ağzındaki baklayı çıkarmadı. o ağzındaki baklayı çıkarmayınca ben de içimden “demekki zamanı değil” diye düşündüğüm sırada anlatmakta olduğu bir konuyu yarıda kesip durdu ve kekeleyerek “iiiiilllkk tanış-tığımız yyııııl boyunca, sssaaana çook çok kötü dav-randım, hakkkkını helal et” dedi ve derin bir nefes aldı. 
Sanki biz saatlerdir konuşurken, o sırtında 300 kilo ağırlıkla oturuyormuş da, işte bir kaç saniye önce o ağırlığı yere bırakmış gibi rahatlık çöktü üzerine.

o böyle söylediğinde önce şaşırdım, durdum baktım yüzüne. yüz hatları gevşemişti, rahatlamıştı, gözlerine bir buğu yerleşmişti, ikimizin duyacağı bir ses tonuyla küçük bir “siktir” çeksem hüngür hüngür ağlayacaktı. 
siktir çekmedim, öyle durdum tekrar baktım yüzüne.

onun için böyle bir cümle kurmanın ne kadar zor bir şey olduğunu benden daha iyi bilen olamazdı. sonuçta 3 yıldır, birbirimizi altlı üstlü sevmiştik ve onun için bu cümleyi kurmanın  ne kadar zor olduğunu benden başkası bilemezdi.

hiçbir şey yaşamamış olsak bile ve hatta ben onu hiç tanımayan, ona tamamen yabancı biri olsaydım ve şimdi onun bu “ilk tanıştığımız yıl sana çok kötü davrandım, hakkını helal et” cümlesine şahit olsaydım, sırf bu cümleleri kurarkenki kemkümlemesi, sesinin titrekleşmesi ve bir kelimeden sonra söyleyeceği kelimeyi nasıl da zor söylediğine şahit olmam bile onun için ne kadar zor ve samimi olduğunu anlamama yeterdi. 

evet, onun gibi biri için bu çok zor bir şeydi, ama sanırım dünyada ilk defa birine haksızlık ettiğinden emin olduğu için bir şekilde kendini affettirmek istiyordu.  çünkü o kendini hep hatasız ve hiçbir şekilde hata yapmayan biri olarak görüyordu. 
zaten ona göre ortada bir sorun varsa, kendisinden değil, karşısındaki kişiden kaynaklıydı ve bu yüzden ondan özür dilenilmesini beklerdi. 
bu hallerini siklemezdim açıkçası, sonuçta onun kişiliği böyleydi ve ben onu bu haliyle sevmiştim. 
hem siz de bilirsiniz; birini sevmek demek onu kötülükleriyle de sevmek demekti, onu tüm art niyetleriyle sevmek, size olan kötü davranışlarını görmezden gelmek ve kısa bir zaman sonra da hemen unutmak demekti.

bana bunun böyle olduğunu, çocukluğumdaki yalnızlığım öğretmişti. insan, küçük bir çocuk da olsa, uzun bir süre yalnız kalınca başına gelen her şeyi ve ona nasıl davranılırsa davranılsın bunu yer yer yok sayarak, yer yer de hemen kabullenerek yaşamaya başlıyordu. buna modern dünyada ne isim verildiğini bilmiyordum ama böyle bir şey vardı ve ben bunu daha önce köküne kadar yaşamıştım.

işte böyle yani, kabullenmek konusunda güçlüyüm ve o yüzden ayakta durabiliyor, yaşayarak yol almaya devam edebiliyorum. onu da öyle kabullenmiştim ama sonra artık, onun için değersizliğimin hiçbir zaman değişmeyeceğini anladığımda onu arkamda bırakma kararı alıp yoluma devam etmiştim. bunu o kadar ciddi bir şekilde yapmıştım ki, sanki o gerçekten hayatımda yokmuş ve hatta sanki hiç olmamış gibi yaşamaya başlamıştım. üstelik bir eksikliğini de hissetmiyordum veya bir yerlere gittiğimde onunla ordan geçişlerimizi de hatırlamıyordum, ya da evdeki eşyaları onun yerleştirmiş olması da bir anlama gelmiyordu artık. onu böyle silmiş olmama, bende şu an yazarken şaşırdım açıkçası. 

ama işte o benim için tamamen bitmişken şimdi kalkıp “iiiiilllkk tanış-tığımız yyııııl boyunca, sssaaana çook çok kötü dav-randım, hakkkkını helal et” dedi ve ben de dönüp ona baktım ve tüm samimiyetimle “olur öyle boşver. çok önemli değil. zaten hepsi geçti gitti” dedim, o ise "off böyle söyleme, keşke o günleri tekrar yaşasak" dedi. bir şey demedim, bir şey hissetmeden yüzüne baktım sadece.

(bu yazıyı şu yazıdan önce yazmıştım, şimdi yayınladım: o yazıyı bulamadım, bulunca linki koycam buraya. aramaya üşendim ://