-->

18 Aralık 2017

Zemzem

Geçen gün Zemzem'le durakta karşılaştık. O da okula gidiyor olduğu için muhabbet etmeye başladık.  Yüksek topuklu ayakkabısı, koyu vişne rengi deri mini eteği, göbeğini kapatamayan örgü badisi ve geçen seferki kadar koyu makyajıyla, yine 25 yaşında gösterme çabası içerisindeydi.

Tüm bu halleriyle, iyi saf salak bir kız olduğu izlenimini vermekten hiç geri kalmıyor. Güzel kalın dudakları, iri güzel bir burnu ve burun deliklerinden birinde de öküz halkası var.
Halkayı ona yakıştıramadım gitti. Gerçi sadece ona değil, hiç kimseye yakıştıramıyorum. Öküzlere bile. Zemzem'e ise hiç yakışmıyor ve sanırım okul boyunca karşılaşmamızın her defasında da yakıştıramayacağım.

Gerçi bunun onunla alakası yok. Genel olarak tüm bu hızmalara, pirsinglere, her çeşit kolye ve yüzüklere, bileklik ve incik boncuk tarzı takıların hepsine alışamadım. Nedense beni itiyorlar ve kadın erkek fark etmeksizin, kimde görsem biraz irrite oluyorum.
Gerçi bazı kadınlara yakışıyor ama abartılınca onlarda da çirkinlik seviyesine çıkmış oluyor.

Her neyse işte, Zemzem'in tüm bu saf salak hali, sürekli etrafa bakan kocaman gözleriyle onu gördüğünüzde ister istemez yürümeye başlarsınız. Zaten erkekler de yürüyordu. Önceki gün kendisi anlatmıştı. Bu ara biriyle beraberdi ama nedense onu hiç aramıyormuş. Bundan önce bir kaç erkek arkadaşı daha olmuştu, ama onlar pek böyle yapmazlarmış.

Zemzem dans etmeyi de seviyormuş ve dün gece bardan çıktıktan sonra, orda tanıştığı birinin evinde kalmıştı. Bir önceki gecede okuldan tanıştığı başka bir çocuğun evindeymiş. Çocuk onunla kader arkadaşı olduklarını ve şeytanın onları evlendirdiğini anlattığı bir sürü saçmalıkla kafasını şişirmiş.
Bu yüzden Zemzem'le de şimdi bu konuları konuşuyorduk ve ona "şeytan'ı siktir et, allah en güçlüsüdür. o çocukla bir daha görüşme ve sana ulaşmasını da engelle. boşuna zamanını saçma sapan insanlarla harcama enerjine yazık, zamanına yazık. sana yazık" gibi nasihatvari bir şeyler anlatıyordum ve o da hiç bıkmadan dinliyor, dinliyor, dinliyor ve dinlediğini göstermek için de bir sürü soru soruyordu. Cinler, şeytanlar ve onlar gibi şeylerin, biz sihirsiz güçlü insanların üzerindeki etkileri mevzusundan dolayı, konuşmamız yavaş yavaş din iman konularına kaymıştı ve artık günah işlemek kavramını konuşuyorduk. daha doğrusu hep ben konuşuyordum, o da hep dinliyordu.

bitmek bilmez soruları, bana göre din hakkındaki yanlış bilgileri, hayat tecrübesizliği karşısında insanın onu tutup iyice bi silkeledikten sonra sımsıkı sarılası geliyordu. Ama sarılamazdım. Çünkü kadınlar sarılmayı taciz olarak algılayan en hassas varlıklardır.

Neden böyle düşündüğümü bilmiyorum ama galiba, onun hareketlerinden dolayı böyle düşünmüş olabilirim. Zaten az sonra otobüse bindiğimizde, yan yana oturmuştuk ve konumuz dokunmak idi. Bana dönüp "biliyor musun, birilerinin bana hemen dokunmasından nefret ediyorum. bazen sırf bu yüzden bir anda kavga çıkardığım bile oluyor. hatta bazı erkeklerin yanlışlıkla bile olsa dokunmasından tiksindiğim oluyor" dedi.

Böyle söylediğinde, onu çan kulağımla dinliyordum ve neden böyle hissettiğini anlamıştım. bu yüzden "çocukken kötü bir şey mi yaşadın" diye sordum. sorum karşısında şaşırmış, hatta adeta gecenin karanlığında gözlerine bi anda güçlü bir ışık tutulmuş beyaz tavşan gibi bir tavırla "onun gibi bir şey oldu" dedi.

cümlesinden bu konuyu konuşmak istemediği sonucuna vardığım için sustum ve o da pencereden portakal ve mandalina bahçelerine bakmaya başladı.
portakal bahçelerindeki çalışanlar, sepetleri doldurmakla meşguldü. Çalışanların, aslında paraya ihtiyacı olan genç kadın öğrenciler olduğu çok belliydi. yapmakta oldukları bu işin sonunda o akşam kişi başı 50 TL alacak, yurt yataklarına dönüp yorgunluktan uyuya kalacak, ertesi gün uyandıkları zaman ceplerinde bir kaç günlük harçlıkları olacaktı.
şimdi ise hava güzel, güneş tam tepede yerini almış, insanlığı aydınlatmaya devam ediyordu.

Zemzem'de dalıp gitmişti. Bu yüzden otobüste, yalnız bırakılmışım gibi hissetmekten kendimi alamadım ve biraz da yalnızlığıma son vermek için "biliyor musun, aslında bir çok kişi çocukluğunda kötü bir şey yaşamıştır. ama yaşadıkları hakkında kimse bir şey anlatmaz. anlatmamakla beraber herkes hiçbir şey olmamış, sanki mutlu bir çocukluk yaşamışlar gibi davranmaya ve öylece günlerini geçirmeye devam edip gider.
yani şöyle söyliim; yalnız değilsin. dediğim gibi sadece diğer insanların kötü anılarından haberin yok o kadar. bence bu yüzden "sanki bi tek sen kötü şeyler yaşamışsın ve üstelik sanki bu kötülüğü de sen istemişsin ve olmuş" gibi düşünerek, kendini de hırpalama. çünkü ne olduysa oldu ve o yaşanmışlık senin kontrolünde olan bir şey değildi. yani bilirsin işte, bazen, bir şeyler bizi aşar ve olup gider. bu yüzden de olmakta olanın bitmesi için sessiz kalmanın en mantıklısı olduğuna karar verir, olmakta olan bittiğinde de, onu hiç yaşamamış gibi yaşamımıza devam ederiz. diğer insanlar da hep böyle yapıyorlar" dedim.
Başını pencereden dönüp bana baktı ve "değil mi? yani başka yapılabilir ki?" dedi.

Sonrasında da o bu konuda konuşmak istemediğini ses tonundan belli ettiği için devamını getirmedim ve başka şeyler konuştuk. bi ara güneş tam da gözümün içine vurduğu sırada bana bakıyordu ve "gözlerin çok güzel" dedi. "senin de öyle" dedim ve gülümsedi.
Sonrasında ise hemen telefonunu çıkarıp "fotoğrafını çekmek istiyordum" dedi ve fotoğrafımı çekti. Güldüm. yanı başımızda ayakta duran kızlardan bir kaçı, onun bu hareketini komik buldukları için birbirlerini dürtükleyip kıkırdadılar. Onlara dönüp tebessüm ettim ve bu hareketim üzerine onlar da çil yavrusu gibi dağılırcasına başka yönlere bakmaya başladılar. Hatta biri olduğu yerden başka yere geçti ve ben de onların kıkırdamalarının son bulmuş olmasıyla beraber tekrar Zemzem'e döndüm.

Yine önemsiz bir şeyler konuşmaya başladık. Cadı ve Devasa'yla küsmüşler ve artık görüşmüyorlarmış. Birbirlerini bloklamışlar falan filan. "olur öyle ya, zaten daha ilk aylardaki tanışmalardasınız. çok arkadaş değiştirecek, en sonunda bir kaç arkadaşla kala kalacasınız. ama bence herkesle selamlaş, kimseyle çok içli dışlı olma. zaten kalıcı arkadaşlıkların da bu sırada gelişir" dedim, "evet ya, aynen öyle" dedi.

Yaşımın büyük olmasına rağmen, aslında tipimin tatlılığından dolayı en fazla 23-24 gösterdiğimi, biseksüel olmamın onun için bir sakıncasının olmadığından bahsetti. Gülümsedim ve "buna sevindim" dedim. Cevabım üzerine "yani sonuçta senin hayatın" diye ekledi. Tekrar gülümsedim ve "evet öyle" dedim.
-çok ilginç birisin
-sanmıyorum
-gerçekten öylesin
-peki
-yani baksana kaç yaşındasın ve ilk defa üniversite okuyorsun. üstelik hiç de yaşını göstermiyorsun ve diğer insanlar gibi de değilsin.
-sanırım iltifat etmeye çalışıyorsun
-ahaha yani güzel şeyler bunlar
-teşekkür ederim" dedim. O sırada ineceğim durağa yaklaşmıştık ve "ben burda inicem, sen nereye gidecektin"
-aslında hiçbir yere, seninle gelebilirim
-olur. sahili gezer, yorulunca bi yerde otururuz
-tamam" dedi ve beraber inip, sahil boyunca yürümeye başladık. Sağdan soldan konuştuk, ben anlattım o dinledi, o anlattı ben dinledim. Oturduk betona yine devam ettik.

Akdeniz'in, mavi bir tül perdenin salınışına benzer kibarlıkta gidip gelen dalgalarını izleyip, görebildiğimiz en uzak noktasına kadar gidip geldik. Bi saat kadar sonra kıçım üşüdü ve "dilersen kalkalım, valla üşüdüm" dedim ve o da "bende" diye onaylayınca, oturduğumuz yerden kalktık.
O sırada aslında, bu cevabından ve cevaplarkenki ses tonundan, kendini fazlasıyla benim yönlendirmeme bıraktığını düşündüm.
Bu konu üzerine bir kaç saniye daha düşününce; nedense, birine tutunmak ister gibi bir uğraşının olduğunu ve bu uğraşını da, farkında olmadan karşısındakinden saklayamadığını iyice belledim.

Oysa böyle yapmamalıydı. Çünkü insanlar vahşiydiler ve bunu fark ettiklerinde, karşısındakinin tüm hayat enerjisini tükettikten sonra kenara atarlardı.
Zaten siz de bilirsiniz; insan, aklıyla düşünebiliyor olmasına rağmen henüz tam olarak medenileşmiş sayılmayan bir hayvandı. İnsan, karşısındakinin zaafını kullanarak onu param parça eden, ikinci bir şeytandı.

Ayağa kalkmıştık ve yavaş yavaş yürürken, konuşmaya devam ediyorduk.
Eski erkek arkadaşından, yeni erkek arkadaşından, aradaki erkek arkadaşlarından, anne babasından, kardeşinden, babasının son yıllarda ekip biçtiği küçük seralarından, komşularından, alt kiracılarından, kiracılarının kocasıyla olan "pis" muhabbetlerinden, okuldaki arkadaşlıklarından, arkadaşlarının arkadaşlarından, başkalarından, başkalarından ve başkalarından bahsetti.

bi ara kendinden, hayatında olmasını istediği şeylerden, oldurduklarından ve olması için çalışıp çırpınmalarından, onlar için harcadığı zamanlardan bahsetti. Sevgili yapmak heyecanından, bu heyecanın doruk yaptığı uğraşlarından ve ödünlerinden ve zamanının hepsini verdiği sevgili adaylarından ve sevgili yapmak için bedenini nasıl da bir köpeğin önüne kemik atar gibi kullandığından bahsetti.

Tüm bu uğraşlarından, çırpınmalarından anladımki aslında biz birbirimize benziyoruz.
Bende onun gibi bi aralar sevgili yapmak için çırpınıyordum. Sanki hiç yalnız kalmamalıydım. Sanki yalnızlık haramdı ve hemen hayatıma birini alıp onunla yola devam etmeliydim.

Sahi neydi o öyle? hiç durmadan birini aramak, birini tavlamak, biri olsun diye çırpınmak. İşte şimdi aynısını Zemzem de yapıyordu. Üstelik şu bi kaç aydır gördüğüm, şahit olduğum tek o değildi. Diğer gençlerde aynısını yaşıyordu. Hepsi bir an önce bi sevgili yapmak, bir sevgili uğruna yaşamak, yaşamak yaşamak yaşamak istiyorlardı.
Buna nerden kapıldık? Neden kapıldım, kapılmıştım?
Yoksa aslında terkedilmiştim de, kendime terk edilmediğimi mi göstermeye çalışıyordum. Sahi ne yapıyordum ne yapıyordu. Ne yapıyorduk gençken. Neden öyle koşturup durmuştuk.

Üzüldüm ona ve hayallerine. yapmak istediklerine. yalnızlığına son vermek için sürekli kendini siktirmesine ve siktirerek yalnızlığına son verme uğraşına.
Oysa biz sadece adı insan olan birer hayvanız, birini siker, ötekine geçeriz. Biri kendini siktirdi diye, ona tapmayız, onda kalmayız. Sadece sıradakini sikmek için yaşar gideriz.

İnsan işte gençken "bedenini verirse, karşısındaki onu sevecek" yanılgısına düşüyor. Acemiyken de bu yanılgıda takılıp kalıyor.
Yani insan "Yalnızlığı Yok Etme Savaşı"nda, kaybedeceğini hiç bilmiyor. Hep savaşıyor, hep yeniliyor. Yine toparlanıp yine savaşıyor ve bu sefer daha güçlü bir şekilde, daha yorulmuş bir şekilde yeniliyor. İnsan ne kadar akıllı ise, yalnızlıkla o kadar çok savaşa giriyor. girdiği kadar çok yeniliyor.

İnsan, zavallı insan, yalnızlığı yenmenin, ona ihtiyacını olduğunu kabul etmek olduğunun farkında değil ve iyice batmadan bunu kabullenemiyor.
Çünkü insan, yalnız da kalması gerektiğini bazen hiç anlayamıyor.
Yalnız kalması gerektiğini anladığında ise boş bir kalabalığın içine haps olmuş bir şekilde yaşayıp gidiyor.
İnsan, kendi kendinin düşmanıdır.

Şimdi düşünüyorum da, 19 yaşında bir kadının yalnızlık mücadelesi ile, 19 yaşında bir erkeğin yalnızlık mücadelesi de aynı mı? bilmiyorum.
Aynı duygular, aynı hisler, aynı beklentilerle mi yaşıyorlar. Kendimi saf bir erkek olarak tanımlamadığım ve tanımlayamayacağım için buna bir şey diyemiyorum. Çünkü hem erkeklere, hem kadınlara koşan biri olarak, aynı mücadeleyi verip vermediğimden emin değilim.
Ama sonuç olarak insanların, yalnızlıkla bitmek bilmez bir mücadele içinde olduğunu ve eğer bu mücadeleyi fark etmezlerse hep mücadele edeceklerini biliyorum.

Oysa, yalnızlığın üstesinden gelmek için, onunla mücadele şeklimizi değiştirmemiz ve sürekli kendimizi kontrol etmemiz lazım. Yani yukarıda da dediğim gibi, yalnızlıkla mücadele etmenin en güzel yolu, onunla mücadele etmemektir. Onunla mücadele etmeyi bırakmaktır. Onu kabullenmek ve ona da ihtiyacımız olduğu gerçeğini içselleştirmektir.

İşte onun da bu uğraşı vardı. Mücadele etmemesi gerektiğini bilmiyordu. Kim bilir bunun ne zaman farkına varacaktı ve farkına vardığında, dönüp eski kendine, eski kemikliğine ne kadar üzülecekti. Bunu ona, o bana sordukça söylemek ve fikirlerimin evriminden bahsetmekten başka çarem yok.
ama bugünlük de çok fazla şey konuşmuştuk. Belki birbirimiz hakkında bu kadar bilgilenmek de iyi değildi. Gizli yanlarımız veya daha sonra konuşacak şeylerimiz de olmalıydı. Böyle düşündüğüm için konuyu değiştirdim.

Değiştirdim değiştirmesine ama her defasında aynı yere dönüp durduk. Daha doğrusu kendisi döndürüp durdu. bundan ve bu konuşmalarımızdan çok sıkıldım. sıkıldığımı belli etmemek için, yürüyüşümü hızlandırdım. O da bana ayak uydurmaya başlayınca, konuşması ve takıldığı konu da çabuk bitti.

Deniz hala maviydi, Zemzem hala güzeldi ve
-sana bir şey itiraf etmek istiyorum" dedi.
-neyi?
-biliyor musun aslında ben bi keresinde bi kız arkadaşımla öpüştüm. Daha doğrusu o beni öptü
-hımm
-evet ama hiçbir şey hissetmedim. çok karşı da koymadım ama oldu.
-olabilir ya, illaki bi sefer öpüştün diye anlam yüklemene gerek yok. insan gençken bir çok şeyi deniyor. çünkü en cahilinden, en entelektüel olanına, en duygusuzundan, en duygulusuna kadar insanın anlam arayışı var. bu biten bir şey değil. ölünceye kadar devam edecek arayışımız. bu içgüdüsel bir şey bence. yani bitmek bilmez bir arayış için doğduk diye düşünüyorum. öpüşmenizi böyle değerlendirebilirsin.
-hımm. anladım" dedi.

Aslında benim gibi biseksüel olduğunu söylemeye mi çalışıyordu, yoksa gerçekten sadece masum bir öpücük müydü?
Doğrusu şimdi "tek bir öpücüğe çok fazla anlam yüklememek lazım" diye düşünüyordum, ama ne yazıkki onun yaşındayken ben de böyleydim ve tek bir bakışa bile onlarca anlam yükler, kendi kendime diğer olasılıklarla beraber değerlendirir dururdum.

Öpücüğün çok da önemli olmadığını söylediğimde, nerdeyse 15-20 dakika geçmişti ve konumuz değişmiş olmasına rağmen aynı yere dönüp geliyordu. Bu sefer de başka bir arkadaşıyla öpüştüğünü ve hatta yatağa girdiklerini söyledi.
Aslında kendisi istemese de o an biraz da sarhoş olmanın vermiş olduğu etkiden dolayı olanlar olmuştu ve üstelik arkadaşı bir kaç gün sonra gelinlik giyip evlenmişti.
Üstelik sonrasında da evde kimse olmadığında sürekli onu çağırmıştı ve onun tabiriyle "evde kimse yok, bana gelsene" diye mesaj atmıştı.

Çok detaya girmesin diye "ya bunlar normal. sonuçta gençken insan fazlasıyla hareketli oluyor ve bu süre içerisinde, yakın arkadaşlarıyla bu tür deneyimler yaşayabiliyor. bunları çok fazla anlamlandırmaya gerek yok. sonuçta biraz merak, biraz da azmaktan kaynaklı. sanırım belli yaşlardaki bazı olayları masumca buluyorum. ki bence de öyle" dedim.
-evet ya, değil mi?" dedi.

O sırada okul kampüsünün içine gelmiştik. Saatte baya ilerlemişti. Otobüsü beklemek için durağa doğru yürüdük ve Zemzem "dilersen bu akşam bi parti var, sen de gel" dedi. "yok ya, yarın hukuk 1'lerin Hukuk Başlangıcı dersine giricem, o yüzden erken kalkmam lazım, üstelik gece için yurttan izin de almadım." diye karşılık verdim ve ayrıldık. Otobüs geldi, bindim yurda döndüm.

Ertesi sabah yurtta kahvaltı yapıp, durağa geldiğimde Zemzem'den "günaydın, nerdesin" mesajı geldi.
-duraktayım
-yakınız. buluşsak mı?
-olur" diye yanıtladım ve 10 dakika sonra yakınlarda bi kafe'de buluşmak için oraya doğru gittim.
Ortalıkta görünmüyordu, bende masalardan birine oturdum. Kafe sahibi güzel hanım'dan çay istedim getirdi, oturdum çayımı içerken Zemzem'de tuvaletten çıktı geldi.

yine 25 yaşında gösterme makyajıylaydı ve üstelik yeni yapmıştı. Tokalaşıp yanak yanağa öpüştüğümüzde "biliyor musun, aslında çok güzelsin ve makyaja hiç ama hiç ihtiyacın yok" dedim. "yaaa teşekkür ederim" dedi ve oturdu.

Gerçekten makyaja ihtiyacı yok. Güzel  bir kadın olmasına rağmen, özentilikten olsa gerek sürekli makyaj yapma gereği duyuyordu. Bunun iltifat olmadığını söylediğimde, samimiyetime inanır gibi oldu, ama makyaj alışkanlığını bırakması biraz zaman alacaktı.

ben çay, o kahvesini içerken, konuşmamız da akıp gitti.
-biliyor musun, dün seninle şu dokunma mevzusunu konuştuktan sonra düşündüm de...." dedi ve bir an sustu. Ben de bunun üzerine;
-neyi düşündün" diye karşılık verdim.
-şey ben aslında küçükken kötü şeyler yaşamış olabilirim. yani yaşadım
-taciz mi?
-yok, daha fazlası" dedi.
O böyle dediğinde bir an durup "acaba üzerine gitmesem mi" diye düşündüm ama sonra, madem kendisi konuşmak istedi, devam etmeliyim diye düşünerek;
-tecavüz mü?
-evet
-ailenden bir miydi?
-hayır
-yakınlarından biri mi?
-hayır
-kimdi
-bi kişi değil, 2 kişiydi?
-çevrenden mi?
-evet. komşumuzun ergen çocuklarıydı
-kaç yaşındaydın?
-5
-onlar
-15-16" dedi ve ağlamaya başladı. ağladığında bir an ne diyeceğimi bilemedim ve bi kaç saniye sonra toparlandığımda;
-anladım. yapabileceğin bir şey yoktu. savunmasızdın. 5 yaşındayken kötü bir şey yaşamış olman senin elinde değildi. geçip gitmiş ve artık tüm olmuş olanları ardında bırakmalısın" dedim.
O ise daha içten ağlamaya başlamıştı. göz yaşları birer su dolu küçük top şeklinde yanaklarından düşüyordu. Söyleyecek başka şey aklıma gelmedi. Bu yüzden olayın üzerinde çok durmamak ve ilk defasında bu kadar açılmasının ardından üstüne gitmemenin daha doğru olduğunu düşünerek sustum.

O ise biraz daha ağladı ve makyajı iyice akıp, gerçek güzelliğini ortaya çıkardı..
İnsan ağlayınca güzelleşiyormuş. Gözlerimle gördüm.
O ağlarken, içim parçalanır gibi oldu ama tuttum kendimi. Çünkü şu an iki kişiden birinin güçlü olması ve olayın dışında durup, gördüklerini tarafsızca hissettirmesi gerekirdi. Bu yüzden ağlamasını izledim. Sarsıla ağlıyordu..

Kendim sık ağlayamasam da, ağlamanın güzel olduğunu ve izleyeni de ağlayanı da iyi hissettirdiğini 10 yıl önce fark etmiştim. Çünkü 10 yıl önce oğlum dünyaya gelmişti.
O doğuncaya kadar koku duyumun bir eksiklik olduğunun farkında değildim. ama o doğduğunda kokusunu alamayıp, bunun bende bir eksiklik olduğunu fark ettim. Oysa o güne kadar koku alamamanın bir eksiklik olduğunu ve aslında koku diye bir şeyin varlığından çok emin olduğumu bile söyleyemem. Sadece herkesin bahsettiği bir şeydi, ama ben o bahsedilen şeyin ne olduğunu bilmiyordum, öğrenebilmemin bir yolu da yoktu.

Çünkü doğuştan bu yana koku alamıyordum ve sonradan kaybedilen bir duyu olmadığı için, böyle bir eksiklik hissini yaşamamıştım. Oğlumun kokusunu alamadığım zaman üzülmüştüm ve bu yüzden olsa gerek, kokusunun yerine koyabileceğim başka bir şey aramıştım. Onu bana hissettirecek başka bir şey bulmalıydım, başka bir duyguyla eşitleyebilmeliydim.

Böyle çırpındığım günlerden birinde, oğlum, henüz bir kaç aylık olmanın verdiği acizliğinden dolayı ağlamıştı ve bende büyülenmişcesine onu izlemiştim. işte ağlamasını alıp, kokusunun yerine koyabilirdim. Ağlamanın farklı bir büyüsü var. Farklı bir havası ve hiçbir şekilde anlatılamayacak kadar güzelleştirici bir etkisi var. İnsanın, insan olduğunu, tüm insanlığa yetecek kadar sevgiyi içinde taşıyabileceğini hissettirecek kadar güçlü bir etkisi var.

Zemzem ağlamaya başladığında masamızda peçete yoktu, kalkıp yan masadaki peçete kutusunu getirdim ve içinden bir kaç tane alıp ona uzattım. Hızma takılı burun deliğinde sümük, gözlerinde yaşla öylece bakıp, peçeteleri aldı ve sildi.

Geçip gitmiş gibi bir ruh haliyle bana baktığında "rahat ol" dedim ve tekrar ağlamaya başladı. Tekrar ağladığında sarılmak istedim ama elini tutmaktan daha öteye gidemedim. Çünkü ne yapacağımı ve nasıl bir tepki vereceğini bilemedim. Ben de ortalık iyice karışmasın diye elini tuttum ve "ağla, rahat ol. insanlar böyle şeyler yaşıyor. dünya böyle bir yer. bu tür konuları konuşmuyor olmaları, onları yaşamamış oldukları anlamına gelmiyor. yani tek değilsin ve tek olarak da kalmayacaksın. bu yüzden kendini kötü hissetme. hem bak büyümüş ve bir şekilde üstesinden gelmişsin. sadece bugüne odaklan, bugünden sonrasına bak" gibi tırt onlarca cümle kurdum.

Bu tırt cümlelerime karşılık o ise sanki ilahi kitaplar'dan bir şeyler okuyormuşum gibi beni dinledi ve artık ağlaması da kesilmeye başlamışken, kalkıp lavaboya gitti.
Geldiğinde elini yüzünü yıkamıştı. Makyajsız güzelliği ortaya çıkmış, az önceki makyajlı çirkinliği kaybolmuştu. bu yüzden "böyle çok daha güzelsin" dedim ve o "biliyor musun, seninle konuştuğumda çok rahatlıyorum. senin yanında kendimi çok huzurlu hissediyorum. değişik birisin" dedi.

Teşekkür ettim ve işte geri kalan şeyler hakkında konuştuk. Yaklaşık olarak 1 saat geçtiğinde
-bugün okula gitmesen, ikimiz beraber Lefkoşa'yı gezsek olur mu?" dedi
-olur, neden olmasın. zaten bu dersin hocasını sevmiyorum" dedim ve kalktık, hesabı ödedim, çıktık.

Lefkoşa'da akşama kadar gezdik tozduk. Bi ara sürekli bana dokundu. Dokunmak istediğini ve benim de ona dokunmamı istediğini fazla belli etti. Onun bana dokunduğu gibi dokundum ona, benim dokunduğu bölgelerime dokunması gibi aynı bölgelerine dokundum. elini omzuma attığında, elimi omzuna attım. Ne eksik ne fazla. Sadece her şeyin onun kontrolünde olduğunu bilmesini istiyordum. Bildi.

bi ara sürekli fiziğinden bahsetti. farklı konular esnasında bile sözü dönüp dolaştırıp fiziğine getiriyordu. Dayanamadım ve "güzel bir fiziğin var, güzel bir kadınsın. kendinle barış" dedim, o ise "fiziğimin güzel olduğunu fark etmene sevindim" dedi. Güldüm :)

Gezinirken arada sürekli midesinin bulandığından bahsetti ve "acaba hamile miyim" esprileri yaptı. Bunu 3-4 defa daha yapınca;
-en son ne zaman ilişkiye girdin?
-geçen hafta
-hamilelik 1 hafta da belli olmaz
-bilmem ama sürekli midem bulanıyor
-korundun mu?
-hayır, zaten içime boşalmamıştı
-hımm. ama dışarı boşalması, hamilelik olasılığını düşürmüyor. çünkü boşalma öncesindeki akıntıda da sperm var. yani ilişkiye girerken mutlaka korunmalısın. ayrıca hamilelik olasılığı dışında, sağlığını düşünmelisin
-iyi de ne yapıyım, kondomu ben mi takıcam? onun takması gerekirdi" dedi. bunun üstüne ben de gülümsememi tutamayarak
-kadınlar için de kondom çeşitleri var ama konumuz bu değil. eğer karşındaki erkek kondom takmayacaksa onunla hiçbir şekilde olmamalısın. kondomsuz ilişkiye girmemelisin. yani sağlığını her şeyin üstünde tut.
-haklısın.
-neden böyle biriyle berabersin
-çünkü düzenli bir kişi olsun istedim
-anladım. haklısın
-ya acaba eczaneye gitsek mi? bi hamilelik testi çubuğu alalım" dedi ve yolumuzun üstündeki eczaneye girip aldık. Çıktığımızda çubuğu çantasına atıp "sonra bakarım" dedi, gezmeye devam ettik.

Akşam geziyi bitirdiğimizde, arabadaydık ve Zemzem bi an başını omzuma bıraktığında uyumuş oldu, 15 dakika sonra ise annesi aradı. Uykulu sesiyle annesine "bi arkadaşımlayım" dediğinde, annesi de benimle konuşmak istediği için telefonu bana verdi. Ben de normal bir konuşma olacak diye beklerken, annesinin hafif azarlar ve sürekli hesaba çeker gibi konuşmasından rahatsız olduğum için bi anda tartıştık ve telefonu tekrar Zemzem'e verdim.
O da annesine bağırıp çağırıp kapattı. Meğer annesi onun sarhoş olduğunu sanmış ve bu yüzden konuşma tarzı da bu yüzden böyleymiş.

bir şey diyemedim. Zaten o da annesini sevmediğini ve annesinin babasına olan nefretini, onu sürekli yadırgadığını falan söylemişti. Az önceki telefon konuşmasından sonra ise, şimdi yine aynı konuşma oluyordu ve tüm bunlardan sıkılmıştım.

Açıkçası herkesin ailesinde sorunlar var, ama bu sorunların içine dalmak istediğimi sanmıyorum. Şimdilik beni ilgilendirmezdi ve beni ilgilendirse bile, karşımda kim olursa olsun, benimle, beni azarlayarak konuşulmasına izin vermeyeli yıllar oldu. O yüzden annesi olması sikimde değildi. Çünkü kendi kızıyla böyle konuşabilirdi, bu konuşma şekilleri de sadece onları ilgilendirirdi. benimleyse bağıra çağıra konuşamaz, sorguya da çekemezdi.
Ama bu düşüncemin aksine, annesi beni hesaba çekiyor ve azarlayarak konuşuyor, bunu da kendinde hak görüyordu. Ben de bu yüzden ona karşı sert konuşmuştum ve en sonunda "senin çocuğun değilim ve benimle çocuğunmuşum gibi konuşmaya hakkın yok" demiştim.

Zemzem'de bana hak verdiğini söylüyordu. ama artık durağımıza gelmiştik, arabadan inip yurtlarımıza gidiyorduk. Ertesi gün tekrar buluşmak üzere sözleşip ayrıldık.
Ama ertesi gün buluşamadık. Çünkü annesiyle olan konuşma şeklimden sonra aile birbirine girmiş ve kızlarına 2 hafta sonra Kıbrıs'a tekrar dönecek şekilde İzmir'e gidecek olan uçakta bir bilet alıp gelmesini istemişlerdi.
Zemzem o sabah giderken, bana yazdı ve gitti. Arada yazıştık ettik, özlediğini falan söyledi.
Şimdi ise 2 hafta geçti ve işte yarın geliyor. Bakalım bu sefer neler olacak.

1 yorum:

  1. Oğlum meselesini anlamadım? Oğlun mu var senin
    Bu arada güzel bir yazıydı.

    YanıtlaSil

düşüncelerini kendine saklama, benimle de paylaş.