-->

24 Ağustos 2015

Yaşlı İbne ve Suriyeli Kız Çocuğu

Bu post şu posttan devam ediyor: http://hayaterkegi.blogspot.com.tr/2015/08/ibne-sairin-evinden-yasl-ibnenin.html


telefonu kapattıktan sonra kanapenin üzerinde duran tişörtü üstüme geçirip kotlarımdan birini de giyip hoppadana evden çıkıp sözleştiğimiz yere gittim. orta karar bir gay bardı ve saat gece’nin 1’i olmuştu bile.
barda öylesine gezinip dururken, onun benimle zaman geçirmekten çok yine konuşmak istediğini farkettim ve durup “ne oldu” dedim ve dememle onun ağzını açıp hiç kapatmamacasına konuşmaya başlaması bir oldu.
artık hayatında biri olsun istiyormuş ve bunca mala mülke rağmen mutsuz olmanın ne demek olduğunu bir tek kendisi bilirmiş. gece eve döndüğünde sarıldığı yastıklardan sıkıldığını ve artık bana sarılmak istediğini söyledi. bazen tırt bir konu hakkında, fikir almak için yakınlık hissettiği kimsenin çevresinde olmamasından dert yandı, tam o sırada da gözleri doldu ve sustu.

O böyle söylenince durdum ona baktım ve küçük bir çocuk muşum gibi  sağ yanağına uzanıp dudaklarımı yavaşça bastırarak, tüm içtenliğimle masumane bir şekilde öptüm. dudaklarım onun yaşlı ve kırışıklıkları dere yatağına dönüşmüş olan yanaklarından ayrılırken, aldığı o derin nefesle onu gerçekten iyi hissettirdiğimi kabullendim ve açtım ağzımı; 

“anlattım sana, hayatım çok karışık. ki zaten her şey yolundayken bile sağım solumu karıştırıyorum, ne yapacağımı şaşırıyorum. doğrusunu göylemek gerekirse; senin güzel, sakin bir hayatın varken beni hayatına almak istemen hoşuma gidiyor, ama inan göründüğüm gibi değilim. sana anlattıklarımın, ruhsal boyutundan haberin yok. psikolojim darmadağınık. sanırım şizofreni başlangıcı bile var bende. eğer senin hayatına girersem en fazla 2 hafta sonra kanlı bıçaklı oluruz. ben hiç rahat bir hayat yaşayamadım, senin ise rahat bir hayatın var. rahatsızlığımı sana da bulaştırırsam, üzülürüm.

hani biliyorsun benim kimim kimsen yok zaten, ama sana yazık olur, rezil rüsva olursun alemde. ben senin şu an görmekte olduğun sakin adam değilim. yüzümdeki maskeyi iyi taşıyorum o kadar.
hem gerçek anlamıyla temiz biri de değilim. kim bilir bir kaç yıla kadar ne tür hastalıklar patlayacak bedenimde, ne boklarım ortaya çıkacak. hani herkes yattığı kişi sayısını sayabilir de, bana "kaç kişiyle yattın" dersen, inan cevap bile veremem. zaten doğru cevabı, senin farklı bir şekilde inandığın allahımızdan başkası da bilmiyor.

biliyor musun, bazen günde 4 kişiyle sevişip uyuduğum bile oluyor. hatta sanırım "istanbul’daki gaylerin yarısıyla yattım" demem abartsız bile olur. öyle kara kaşlarım, sakin sakin bakan kara gözlerime aldanma. ben daha ne istediğimi bile anlamamışken, sana istediğin huzuru hiç ama hiç veremem. yani göründüğüm kadar iyi değilim, sadece içimdeki kötülüğü alt ettim o kadar. ama inan bazen ona yeniliyorum. o beni ele geçirdiğinde, ben bile kendimi tanıyamıyorum” gibi bir sürü süslü laf ettim..

ama dinletemedim. illa ki de “olsun dene" dedi durdu. bir şey demedim, öyle konuştuk da konuştuk. bir kaç saat sonra sanki aniden aklına gelmiş gibi alakasız bir konuyu yarım bırakıp "benimle bir hafta geçir sonrasında karar ver” dedi, ben de konuşmakta olduğumuz konuyu bölmek istemiyormuşcasına, hiç istifimi bozmadan konuya devam ederek konuşmaya devam ettim. cevap beklediği her halinden belli yüz ifadesiyle öylece bakakaldı. ama yine de ne diyeceğimi bilmiyordum, çünkü gerçekten de hayalimin bu kadar hızlı gerçekleşmesine şaşırmıştım. aklımı oynatmaya az kalmıştı. 
biraz daha içerde gezinip, castara castara çalan müziğe kulak kabartıp milleti süzdükten sonra çıktık. meydanda bir iki tur attıktan sonra da bir cafe’nin dışarıdaki masalarına oturup bir şeyler sipariş ettik. Ben küçük bir sandviç istemiştim o ise bilmem neli tost, taze sıkılmış portakal suyu ve bilmem yanına ne falan öyle bir şey. 
Siparişler gelinceye kadar da işte sağa sola bakarak konuşmaya devam ettik. Sonra siparişler geldi ve yemeye başlamıştıkki yanımızda biten Suriyeli bir kız çocuğunun, onun tostunu göstererek “abii hele bana da, allah rızası içiiiinn” demesiyle, onun bir anda kıza kükremesi bir oldu.
bu ani tepkisi karşısında donup kaldım. bir iki gündür bana gösterdiği o sınırsız merhamet, o bitmeyen iyilik gösterilerinin karşılığında “kanatları nerde bu adamın” diye kendi kendime söylenip durduğum kişi bu muydu? "hayır yani bu, o adam olamaz" dedim durdum içimden kendi kendime.

dilenci kız çoçuğu zaten yaşlı ibne'nin ani tepkisiyle korkup çoktan ortadan kaybolmuştu, ben de öyle donup kalmışım ve o da hiçbir şey olmamış gibi tostunu yemeye devam ediyordu. 
Sanki gerçekten hiçbir şey olmamış gibiydi. Hatta az önce kükreyen adam o değilmiş gibi sakin ve o her zamanki tatlı ses tonuyla bir şeyler sordu, bende tatlı ses tonumla hiçbir şey olmamış gibi cevap verdim.

Az önceki adam kendisi değilmiş gibi gayet sakin sakin oturmaya devam etti. Sonra sandviçimi alıp ısırdım ve boğazımdan aşağı rahatlıkla geçsin diye, yanımdan geçmekte olan esmer, iri kıyım yakışıklı garsondan kola istedim. Garson az sonra kola’mı getirdi, açıp ilk yudumu aldım ve sonrasında da sandviçimi rahat rahat yiyebildim. 
Aradan bir kaç dakika geçtiğinde, ikimizde siparişlerimizi tıkınıp bitirmiştik ki, hiçbir şey konuşmadan aynı anda “kalkalım mı” deyiverdik ve yalandan ihihihihi yapıp kalktık. Sandiviç’in ücretine sipariş verirken bakmış olduğum için ücretini çıkarıp gelen hesap dosyasının arasına bıraktım ama Yaşlı İbne bana ters ters baktı ve “seni ben getirdim buraya” diyerek susturdu. Bende aslında zengin koca aramadığımı belli etmek için “olsun ya, lütfen beraber ödeyelim. yoksa içim rahat etmeyecek” dedim ama “olur mu öyle şey canım, sorun etme bunları lütfen” dedi ve benim organlar yine zılgıtlar eşliğinde halaya tutuştular. Bu sefer mendili dalağım sallıyordu.
Ama adamın az önceki kız çocuğuna bağrışı aklıma gelince, içimdeki halay aniden dağıldı, beyaz mendil yere düşüp kirlendi. 

Cafe’den çıkıp öyle gezine gezine biraz daha turladık ve sonra ayrılıp evlerimize gittik. 

Sabah onun aramasıyla uyandım ve “yeni uyandım, eğer uyandırmasaydın sanırım akşama kadar uyurdum” dedim, buna karşılık “hadi kalk kalk, kahve içelim bir yerlerde” dedi ve “tamam biraz kendime gelip giyineyim, çıkarken seni arıycam” deyip telefonu kapattığım gibi pencereyi açıp pis şehir havasını içime çekip, mutfak tezgâhının üzerinde duran bardaklardan en temizini alıp kendime bir bardak su doldurup içtim. allahım su içmek negzel bir şeymiş.
Su içerken, yaşlı İbne'nin dün geceki suriyeli çocuğa olan ani tepkisi aklıma geldi ve elimdeki boş su bardağıyla öyle dalıp kalakaldım. İçim burkuldu, su bardağını mutfak tezgahına bırakıp yere oturdum ve aklıma çocukluğum geldi;
fakir bir aile olduğumuz için, çocukken ablamlar 5 lt’lik pet yağ bidonlarına su doldurup yarısı donuncaya kadar buzdolabına koyar, sonra ben onlardan birini alıp su bardağıyla beraber devlet hastanesi'nin çevresinde soğuk su satmaya giderdim. O zamanlar yıl henüz 1991 olduğu ve doğu henüz, cumhuriyet’in ilanından bu yana devam etmekte olan derin devletin vahşi batı çalışmalarından kurtulamadığı için, bütün hizmetler yarım yamalaktı ve bu yarım yamalaklık içerisinde bazen çevredeki musluklardan içecek su bulmak da sıkıntılı olabiliyordu.

İşte bu yüzden çulsuz ailelerimiz, yürümeyi öğrenen çocuklarına soğuk su sattırarak aile bütçesine küçük bir katkı sağlamamızı istiyorlardı. 


Hem zor bir iş değildi. Su satarken yaptığım tek şey ise hiç konuşmadan elimdeki bardağı karşımdakine doğru uzatmak ve ondan gelecek olan olumlu veya olumsuz cevaba karşılık hareket etmekti. Çok fazla zekâ gerektirmeyen bu iş, benim için hem temiz, hem kolaydı ve bu yüzden sanırım o yaşlarda olmama rağmen anlamadan da olsa, galiba severek yapıyordum. 

Üstelik ailem kazandığım parayla bana bayramda yeni giysi ve ayakkabılar alınacağını söylüyordu ve bende yeni ayakkabı, giysi lafını duyduğum anda dünyayı durduyordum.

ailemin fakirliğinden dolayı, işte böyle bir çalışan çocukluk geçirdiğim için olsa gerek dün geceki suriyeli dilenci kızı anlamıştım, ama onu anlamayan ve anlama çabasını da çoktan terketmiş veya belki de aslında hiç böyle bir çaba göstermemiş bir adama hiçbir şey diyememiştim. 
Hem yaşını başını almış bir adama ne diyebilirdim ki, ona insanlığı mı anlatacaktım, fakirliği mi? Oysa hepsini o benden daha iyi biliyordu. Üstelik öyle güzel laflarla, öyle güzel tanımlamalarla biliyorduki hepsi de Pulitzer Ödülü almış yazarların altın harfleriyle yazılmışlardı sağa sola, hepsi Nobel Ödüllü cümlelerdi.

devamı: http://hayaterkegi.blogspot.com.tr/2015/08/buyudukce-siktir-cekememeyi-ogreniyorsun.html

6 yorum:

  1. Vay neler olmuş ya, şu an son yazını okuyabiliyorum.Ya biz insanlar çok tuhafız ya, bilinç altına yüklediğimiz bir takım şeyler bir kıvılcımda nasıl da parlayıveriyor...

    YanıtlaSil
  2. Yazılarını bir arkadaşımın önerisiyle okumaya başladım. Okurken bazen gülsemde, hep üzülüyorum :)

    YanıtlaSil
  3. götünü siktir siktir gel yaz. ohhhh ne güzel.

    YanıtlaSil
  4. @adsız göt benim götüm, sana ne yarram. ister siktiririm, ister keser yerim. hem seni niye bu kadar ilgilendiriyor. götümde gözün mü var?

    YanıtlaSil
  5. Yazmak konusunda çok yeteneklisin. Seni keyifle okuyorum. Sevgiler 💝

    YanıtlaSil
  6. Off be çocuk adamın agzina sicip birakiyorsun.senin öyle kocaman bir kalbin varki herşeyi herkesi sigdirirda içine ama olmaz bir tek kibire yer yok o mabedde .kahkahayla okumaya başladım, agzimin kenarında buruk bir tebessüm kaldı geriye bittiginde.

    YanıtlaSil

düşüncelerini kendine saklama, benimle de paylaş.